Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

25 Şubat 2011 Cuma

KOKOŞ PAÇASI ve MAŞA

Dün akşam telefon çaldığında, iki senedir haber alamadığım bir dostumu karşımda bulacağımı hiç düşünmemiştim.

- Alo!
- Babu!
- Maşa...
- Mehtap...
- Hey! Maşa, nerelerdesin sen?
- Dün geldim. Suyun öte yanında işliyorum.
- Seni çok özledim.
- Ben de seni Mehtap.

Bundan bir kaç sene önce, üç gün üç gece süren uzun ve zorlu minibüs yolculuğunun sonunda Laleli sokaklarında şaşkın ve ürkek kalakaldığı bir Eylül ayı akşamıydı bana gelişi.

O kadar yorgun, o kadar şaşkın ve o kadar ürkekti ki, yorgun bedenini koltuğun sırtına dayamaya bile çekiniyor, öylece bana bakıp, konuştuklarımızı anlamaya çalışıyordu. Aslında bakmıyor, gözleri ile konuşuyordu benimle. Sanki, "Yorgunum. Kırgınım. Korkuyorum. Meraktayım. Sen kimsin? Bana iyi davranacak mısın?", diyordu.

Gözlerime bakıp, bu evdeki yerini anlamaya çalışırken, sürekli yer sallanıyor, 17 Ağustos artçı sarsıntıların ardı arkası kesilmiyordu. İlk kez yabancı bir ülkedeydi, ilk kez yabancı bir evde uyuyacaktı, ilk kez ayrılmıştı sevdiklerinden, ilk kez hizmetçi olacaktı. Yer altından kayıyordu. Depremi hiç bilmeyen Maşa için bu kadar ilk fazlaydı. Korkusu arttıkça ela gözlerine yaşlar doluyor ve daha güzel oluyordu.

- Maşa sen çok güzelsin.
- Öyle mi? Sağol.

Otuz sekiz yaşında, balık etinde, pembe beyaz tenine inat siyah saçlı, eski zaman kadınları gibiydi. Küçük yaşta evlenmişti. Yetişkin iki çocuk annesi olması ona kendini yaşlı hissettiryordu. Kırklı yaşlar onun için kurtuluş yaşları demekti. Törelerine göre oğlu evlenecek, eve gelen gelin işleri yapacak o da kocamış bir kadın olarak köşesine çekilecekti. Oysa hiç tahmin etmediği bir şekilde giriyordu kırklı yaşlarına... Hizmetçi olarak. Bu kırgınlıkla çıktığı yolculukta yolu bana düştü işte nasılsa ve kendini ülkesindeyken aylarca alıştırdığı hizmetçi olma fikrini hiç bir zaman yaşayamadı. İki yılı birlikte geçirdik onunla. En belirgin özelliği hiç soru sormamasıydı, söylenen herşeyi sorgusuz kabul ediyor ve bir daha söylemene gerek kalmıyordu. Yıllarca yaşadığı devlet baskısından sonra burada kendini özgür hissediyor ama bu özgürlüğe asla alışmak istemiyordu. Sovyetler Birliği'nin parçalanması ile bir gecede fakir, bir gecede paraları pul olmuş bir halkın insanı, ayda otuz dolar maaşlı iyi bir ameliyat hemşiresiydi Maşa. Yıllarca nizamlı, intizamlı hastahanelerde dünyanın en büyük devletine mensup olduğu duygusu ile yaşamıştı. Burada geçirdiği iki yılın sonunda bir kez yorum getirdi olana bitene: 'Bizi kandırdılar, dünyaya gözümüzü kapatıp bizi yok saydılar, çok büyük bir devletiz, bize bir şey olmaz fikrine bizi inandırdılar. Sizin de durumunuz iyi değil, dikkat et Mehtap. İnan bir gecede Maşa olunuyor'.

Ameliyathanelerden "Kimbilir kimin mutfağına?", diye düştüğü yollarda iki küçük çanta taşımıştı yanında. Birinde birkaç kat giysi, diğerinde kitapları, aile albümü, yaşamına dair ufak tefek şeyler en nihayetinde. Burada gördüğü teknoloji ve moden yaşam onu hayrete düşürse de, hiçbirine alışmadı, sadece gerektiği için kullandı. Ülkesine geri dönerken valizine burada tanıdığı hiç bir lüksü koymamıştı, gelirken getirdiklerinin dışında çocukları için götürdüğü on kilo portakal bir de Türkiye'deki ailesinin resimleri vardı.

Gördüğüm en güzel el yazısı ile çocuklarına ve eşine uzun uzun mektuplar yazar, onlara Türkiye'deki meyvalardan bahsederdi. Onlardan gelen mektupları okumak için saatlerce odasına kapanırdı. Bazı geceler benim çocukları uyutup, onun yatağına oturur mektupları tekrar okur, resimlere bakar, sonra da birbirimize sarılır uzun uzun ağlardık. Mektupları onun her şeyiydi. O benim dostumdu, ben de onun.

Moldovya yakınlarında Gagavuzya'da yaşamıştı. Dini Hıristiyan olmasına karşın adetleri bakımından tam bir Türk'tü. Hıristiyandı, Hıristiyan olmasına ama Katoliklik diye bir mezhebin varlığından bile habersizdi. .Dini gibi lisanıda karışıktı. Türkçe ile bazı kelimelerin ortak, ama anlamlarının bambaşka olduğu lisanı onu daha sevimli yapıyordu. Bazı kelimelerin onların dilindeki karşılığı ile bizdeki karşılığının yarattığı farklılıklar sık sık sorunlar yaşamamıza sebep oluyor, bu sorunlu kelimeler beni güldürürken, Maşa'nın utançtan odasına kapanmasına sebep oluyordu.

Başımıza en çok sorun çıkaran kelime ise 'düzmek' fiili ile ilgiliydi. Her türlü yapmak, düzeltmek, dizmek gibi fiiller için tek bu fiil kullanılıyordu.

Bir gün buzdolabı bozuluverdi. Sağını solunu, fişini kordonunu kurcalayıp, yapamayınca bakım servisini çağırmıştık. Allah için haklarını yemeyelim şimdi, şıp diye geldiler. Kapı çaldı. Maşa koşup açtı. Kısa bir sessizliğin ardından Maşa'nın beni çağıran sesini duydum:

- Mehtap, buzdolabını düzmeye geldiler!
- Al içeri Maşa!

Buzdolabını düzüp gittiler gerçekten, bir daha çalışmadı.

İki sene boyunca Maşa'nın sayesinde evde düzülmeyen hiçbir şey kalmamıştı. Çamaşırlar, tabaklar, kitaplar, oyuncaklar. Dağılmış, ortada duran herşeyi düzüyordu kendi lisanınca.

Bir gün ütü bozuldu. Eve sıkça gelen eski bir dosttan yardım istemiş, ama bir cevap alamamıştı Maşa. Cevabı bırakın, hafif de ters ters bakmıştı.

- Bu Cemil Bey ne acayip adam. Birşey sordum, cevap bile vermedi.
- Ne sordun?
- "Cemil Bey, siz ütü düzer misiniz?", dedim, şöyle bir suratıma bakıp kafasını çevirdi, cevap bile vermedi..
- Ütü dediğine emin misin?
- Babuuuuuu! ,

Cemil prensip sahibi adamdır, tüm ısrarlarıma rağmen ütüyü düzmedi, yenisini aldık!

Maşa'nın yaşgünü yaklaşıyordu. Malum, çocuklar için en önemli faaliyetlerden biri yaşgünü kutlamalarıdır. Açılmayı bekleyen sürpriz paketler, evdeki kurabiye kokusu, durmadan çalan kapı zili, pasta mumlarının alevi, ardı ardına patlayan flaşlar. "Ne kadar çok doğmuş insan, o kadar çok doğum günü partisi fırsatıdır" felsefesini benimseyen çocuklar, Maşa'ya bir yaşgünü partisi düzenlemek istediler. Maşa için özel bir gün! Harika bir fikirdi gerçekten. Maşa da bu özel gün için, özel bir yemek yapmak istiyordu. Damağıma hitap edip etmeyeceği karanlık dursa da, ruhuma pek uygun olduğu yemeğin adından belliydi: Kokoş Paçası!

Maşa, Moldovya'dan gelen arkadaşlarına çeşitli yiyecekler sipariş ederdi. Dolayısıyla, biz de Rus mutfağına özgü bazı yemekleri tatmıştık. Ev yapımı şaraplar, domuz sosisleri, yişmik dedikleri bir tür çökelek ve pek çok kurutulmuş veya turşu yapılmış sebze neredeyse hiç eksik değildi evde. Yılın altı ayı kar altında yaşanan bir ülkede soğuktan pek bir şey yetişmediği için, Rus mutfağı neredeyse kurutulmuş ya da turşu suyuna yapılmış yemekler demekti. İtiraf etmeliyim ki, hepsi nefis olmasa da, bazı yemeklerin, özellikle de pek sinir bir lahana yemeği olan kapuskanın, lahana turşusundan yapılanını Maşa'nın elinden tatmış ve çok beğenmiştik. Bu arada, benim mutfak işlerine ve her türlü yeni lezzete merakım Moldov kadın camiasında da zamanla bir efsane gibi yayılmış, hatta rivayete göre Gagavuz Türkleri'nin yaşadığı Çeşme Köyü'nde beni tanımayan kalmamıştı.

Neyse, Maşa'nın yaş günü yemeğinin en önemli malzemesi kokoş paçası, en mühim hadise ise bunların bizzat teminiydi. Bir hafta boyunca kokoş paçasının Türkiye'ye transferi için ciddi çalışmalar yapıldı. İki ülke arası telefon trafiği iyiden iyiye hızlanmıştı. Maşa kendi lisanında konuştuğundan, ne olup bittiğini anlamıyordum. Anlasaydım, bir yolunu bulur paçaların temini için kokoşu ile ünlü ilimizle irtibata geçerdim!

Öyle bir prodüksiyon yapılmıştı ki öyle böyle değil. Moldovya'da yapılan katliamlar, yolculuk için gerekli sanitasyon düzenlemeleri, kokoşların Laleli'ye gelişi, Laleli'den özel araçlarla eve intikali. Neredeyse bir servet harcandı kokoş paçalarına.

Bu arada ben de yılın yemeğini tüm Maşa severlere yedirmek için, bizim değişmez yaşgünü kadrosunu tam takım yemeğe davet ettim. Ünlü Rus Lokantası Rejans'da bile bulunmayan bu özel yemeği benim soframda bulabileceğini duyan herkes, "Mutlaka geleceğiz", diyordu.

Nihayet kokoş paçaları bizim eve intikal ettiler. Heyecanla paket açıldı. Paketten çıkanlara bakıp da yirmialtı tane but gören gözlerime inanamadım!

- Bunlar ne Maşa?
- Kokoş paçası!
- Tavuk butuna benziyor.
- Yooooo, bunlar kokoş.
- Yani?
- Nasıl anlatayım ki? Tavuğun kocası?
- Horoz olmasın?
- Horoz ne?
- Türk tavukların kocası
- Kokoş da bizimkilerin kocası.
- Bunlar da kokoşların paçası.
Sen de benim canımsın, Maşa!

Muhtemelen yemek kokoşların kıllı bacaklarından ibaret kalmayacaktı. O sabah Maşa, erkenden uyanıp mutfağa girdi. Kokoş paçalarını bir koca tencere suya döküp, su jöle kıvamına gelene dek kısık ateşte dört beş saat kadar kaynattı. Sonra dört beş saat buzdolabında bir güzel dondurdu. Merakla olacakları, daha doğrusu eklenecek tatları, baharatları bekliyordum. Son ana kadar da ümidimi hiç kaybetmedim. Artık herşey hazırdı, masa kızım tarafından özenle hazırlanmış, en güzel yer Maşa için ayrılmış, konuklar masaya alınmıştı. Maşa, dev jöle arası kokoş paçası tabağını dolaptan çıkardı ve gururla onlara baktı. Her zamanki gibi konuklara servis yapmam için bana uzattı.

"Olmaz Maşa", dedim, "Bu senin özel yemeğin, sen getirmelisin masaya". Özel yemek hadisesinin donmuş horoz butundan ibaret olduğunu anladığım o an, aceleyle salona koştum:

- Canımdan çok sevdiğim dostlarım! Birazdan sevgili Maşa, günlerdir özenle hazırlandığı ve hepimizin merakla beklediği özel yaşgünü yemeğini masaya getirecek. Maşa'ma ve/veya özenle tabağa düzdüğü kokoş paçalarına laf eden olursa, alırım kokoş paçasını aşağı, ona göre!

Maşa ve Kokoş paçası hadisesi bu işte; ya da kendi deyimiyle: 'Bu Maşa'.

Herca-i menekşeme o uyurken

Zamanların evvel zamanlar devrinde mart ayazı biter bitmez, güneş güne parlar ve vaktinde gelen o bahar ağaçlar çiçeğe durur, dağların eteklerinde taze kır çiçekleri açarmış. Bir bilinmez Mart ayazında güneşin herca-i erken parlamasıyla ayaz susmuş, toprak ısınmış, erik çiçekleri erkenden tomurcuğa durmuş. Göklerin beyaz devi güneşe kızmış. ‘Ne yeridir ne vakti, kış hükmünü göstermedi. Kış beyazını, bahar yeşilini bilmeli’ diyerek gürlemiş. Bu cahil telaşından utanan güneş perdelerini güne kapatınca da olan olmuş. Tomurcuktan çiçeğe dönenleri alış bir nafile telaş.  Ama hepsi boşunaymış. Soğuk vurmuş dallardan gelin olup toprağa yağmış erik çiçekleri.
Gelinler tel tel gömülürken dalların boynundan kara toprağa, terslik buya; bir kır çiçeği başını kaldırmasın mı kara topraktan?  Her mevsim açan basit bir çicek olmaktan baska hiçbir ilahi meziyeti yokmuş yok olmasına da, biraz meraklıymış bizimki gelinlere damatlara. Kar kış banamısın dememiş,  üstelik olana bitene bayılmış, erken gelin olan eriklerin telaşlı düğününü seyre dalmış.

Gelmemiş bahara erken açınca kır çiçeği; gençlik meltemini teninde hissedeceği ılık günlere kadar gelinlerin eteklerinin altıda saklanmış. Kendi çağının düğün derneğini beklerken her gece yıldızlara bakar merak edermiş geleceği, yarını, öbür on seneyi. Bazen aklı suya erer, 'Bir mevsimlik ahir ömrümde ne haddime ulu irfanların, bilinir bilinmezlerin sırrını çözüp sekronize dans etmek yıldızlarda' diye düşünür; bilemediklerini bilenlerin en bileni yaşlı çınar ona bildiklerini anlatır; 'Kır çiçeği mevsimsel açar, belli belirsiz kokular saçar, çoğunlukla farkedilemez. Belki bir inek farkeder önce seni. Sonra da başka bir ineğin toynaklarının altında boynunu büker, toprak olur gider kır çiçekleri. Ama bil ki sen bir herca-i menekşesin. Alelade kır çiçeği değilsin. Başka başka renklerinle sen başka farkedileceksin' der dururmuş.

Bir sabah güneş olanca sıcaklığı ile içini ışıtınca, küçük herca-i yüzünü güneşe hevesle dönmüş. Kuşları görmüş mavilerde. 'Ne kadar özgürler. Ah keşke, telaşe gelinlerin yamacında herca-i açacağıma; bir kuşun ağzında çalı olsaydim' diye iç geçirmiş. Kökünden bağlı olduğu ana toprağını pek severmis sevmesine de; yine de uzaklara uçmaları, gündüzleri güneşe, geceleri yıldızlara yakın olmaları aklından atamazmış bir türlü.

Günlerden bir gün bir beyaz kuş gelmiş yamacına.
'Al beni uçur beyaz kuş. Herkes beni herca-i bilmiş belledi. Bir mevsimlik heyecanım var yaşat bana' diye yalvarmiş.
'Bir mevsimlik ömrüm var dedinya seni gidi herca-i, topraktan koparsan onu da yaşayamazsın seni taze deli’ demiş, onu demiş bunu demiş ama ne dediyse olmamış. Kökünü kavradığı gibi gagasıyla söküp almış ana toprağından onu. Uçurmuş, uçurmuş...

Masal bu ya herca-i kuşun kanadında uçarken uyuya kalmıs. Kuş yorulmuş. Soluklanacak yer ararken bir dilek ağacı görmüş. Ağacın kuru çalı dalına konup, usulca bırakırken çiçeğini, çiçeği için gizli bir dilek dilemiş.

Bir sonraki bahar güneş başka ışımış. Yıldız yağmurları gündüze yağmış; bir dilek ağacının kara kuru dallarından birinde rengarek bir çiçek uyanmış. Bu masalsı duruşu onu özel yapar, kimseler koparıp koklamaya kıyamazmış.

Gel zaman git zaman bu masalsı yalnızlıktan bunalmış. Gelene geçene seslenmeye başlamış.
''Hey! Ben basit bir çiçeğim, beni de koklayıp sevin. Ben buraya bir kuşun kanadından düşüp geldim. Beni diğerlerinden farklı zannetmeyin!'
Ne kadar haykırsa da durum hiç değişmemiş. Kara dallardaki parlak renklerinin uyumu ile sıradanlığına kimseleri inandıramamış. Herkes hayran bakar, sonra kendi yoluna koyulur, Herca-i menekşe güneşle parlak yıldızlarla arkadaş geceleri yalnız uyurmuş. Rüyasında dallarda düğünler dernekler kurulur, rüzgar bilge çınarın sesi olurmuş
.
‘Uyu bebeğim evvel zamanlar içinde çiçek masalları ile uyu da büyü. Ve bir sabah; kendi baharına rengarek uyan.’

At keki.

Hemen her genç kızın başına gelmiş olan, bir başarısız ilk kek pişirme deneyimi vardır bu hayatta. Bulduğunuz tarifi alıp kek yapmak hevesiyle mutfağa girmiş ve sebebini bile anlayamadan yerle bir olmuştur ilk kek yapma hayali.

İyi yemek yapmaya pek erken başlamış olmakla birlikte nedense kek pişirmek konusunda uzun zaman başarısız oldum. Tüm malzemeleri özenle hazırlar, herşeyi tam ölçüsünde koyar, tarife uygun sürelerle karıştırır, yağlanmış tepsiye döker, söylenen ölçülerdeki fırına atardım her seferinde. 'Şahane bir iş başardım' diye kendimle övünmem gereken herşey fırına henüz verilmişken, 'Şu mis kokan kekime bakayım nasıl olmuş' diye kapağını açar en çok kendime hayran bakardım eserime. Öyle bir kabarırdı ki kek, korkardım... Bu tepsi buna küçük mü ne? Aman allahım çok kabardı taşacak mı ne? Sorular dur durak bilmezdi aklımda. Bir mutfak bir salon arasında gider gelir, mekik dokurdum. 'Dur şunu biraz daha öne getireyim arkası çok sıcak' diye tekrar fırının önüne geldiğimde ise oracığa yığılır kalırdım. Volkan gibi kabaran kekimi yerle bir olmuş bulurdum.. 'Olamaz! kek oturmuş'.

Oturan keki ayağa kaldırma çabaları başlardı hemen arkasından. Isısını tekrar ayarla, sağdan sola döndür, üstünü bıcakla yar, tarife tekrar dön bak, ona sor, buna danış... Nafile çabalar... Ne yaparsam yapayım bir türlü kurtaramazdım keki.. Ya içi pişmeden üstünden silindir geçmiş gibi yamyassı çıkardı fırından. Ya da kömür gibi yanmış. Hoppa! çöpe at keki. Arkadaşlarım arasında benim kekimin adı 'At Keki' olarak dilden dile yayılınca bıraktım kek pişirmeyi uzunca bir süre. Elim gitmedi hiç, ama hep aklımda şu sorular takılı kaldı. Neyi eksik koymuştum acaba?, Malzeme mi çok geldiydi?, Fazla mı çırptımdı yoksa?, Sıcaklığı az mı, fazla mı kaçtıydı? Allahım neydi günahım, ben nerde yanlış yaptıydım...

Üç sene kadar önce, hatamın nerede olduğunu yeni sevgilisiyle tatilde olan bir kız arkadaşımla cepten mesajlaşırken anladım.

- Kızım neredesin yaw..
- Bu günlerde sürekli kek pişiriyorum, beni elleme.
- Enişteni kekliyom demek mi bu? Anlamadım?
- Keki yeni fırına koyduk. En önemli safha... Kek kabarmaya başladı.
- Ne diyon yaaaa... Otelde kek mi pişiriyon?
- Kızım anla yaw. Sen hiç kek yapmadın mı?
- Benim kabaran kekim olamadı bu hayatta, sen bana bakma.
- Kek yapmakla, ilişki başlatmak aynı şeydir. Keki fırına koydunmuydu sakın ola fırının kapağını on dakika açma!.. Kek kabarmış mı diye sakın bakma!!.. Soğutursun herşeyi... Şapa oturur. Bir daha da kabarmaz, ilişkiler de aynen böyledir. Başında ısısını bozmayacaksın.
- Nassı yani?
- Bırak kendi haline herşeyi, kek gibi soru sorma.. Ne kendine, ne ona... Ne banaaaaaa.... Kek kabarıyor, fırını açıp durma!!.
- Heyoooo... Benim keklerin niye oturduğunu şimdi anladım. Öpücük.

Mesele baş döndürücü kokuyu alır almaz, fırının başına koşup kapağını açıp, öyle mi böyle mi diye sorarken fırını soğutmamla ilgiliymiş meğer. Bırak işte, kek kabarsın dimi ama. On dakikacık merakımı yensem, nefis kekler yapacakmışım yıllarca oysa.

Şimdi tek tesellim arkadaşımın ilişkisinin bugün bile, benim keklerimin de o günden beri mükemmel bir tat veriyor olması. Az önce fırına attığım 'Islak Kek'in kabarmasını beklerken birden aklıma geldi bu hikayem. İlla başka bir olmadık açıdan bakacağım ya her şeye... Kek pişirmenin püf noktasını da size vereyim istedim.

Hani kek yapmaya niyetiniz olmasa bile ilişki başlatmaya niyetiniz olursa diye...

Hiç bilmediğiniz malzemelerle kek yapmaya veya yeni bir ilişki başlatmaya kalkışırsanız dikkatli olun, sırayla koyun herşeyi kaba. Unu hemen boca etmeyin. Önce eleyin iyice havalansın biraz, varsa çeri çöpü baştan görünsün. Hele hele fırına verip kek sıcaklığı hissetmeye başlayınca hamurun kıvamında çok dikkatli olun. Tam kabarmadan meraka kapılıp 'mı acaba?' ile başlayan soruları hiç sormayın. Bu sorular sizi fırının kapağını açıp içine bakmaya zorlar ki. Fırın bir anda soğur, kabaramadan her şey şapa oturur. Bir daha kabarmaz olur. Aynı malzemeyi tekrar sil baştan çırpıp kaba koymak gelmez içinizden. O ilk hevesten eser kalmaz. Yeniden ya da yenisini yapmaya cesaretiniz de.

Tekrar söylüyorum, başında ısısının ayarını bozmayın ne kekin, ne de ilişkinin. Biraz bekleyin hele. Güzelce kabarsın kabarabiliyorsa... Kıvamında pişeceği varsa pişsin.
Acele etme!!! Bir tadına bak hele... Beğenmezsen hemen at keki çöpe...
Benim kek kabardı, hadi bana müsade... Kıssadan yok böyle hisse...

Püf noktası: Bu tarifi denemeden önce mutlaka tekrar okuyun.

Küfür ne zaman kötüdür?

O gün büyük bir masanın etrafında isteyerek, bir o kadar da mecburen toplaşmış on sekiz kadından biriydim. İlkokulda okuyan bir çocuğunuz varsa bilirsiniz, arada sırada böyle mecburi sosyalleşmeler kaçınılmazdır. Masada çeşitli yaşlardan ve kültürlerden on sekiz anne var. Her birinin bir doğumhane hikayesi, birçok da çocuğa dair fikri var. Masada konuşulan konuları sessizce izliyorum. Ortak konulara iki, bilemediniz dört değişik bakış açısı arasında bir oraya bir buraya çevriliyor bakışlarım. Çünkü masada net olarak seçilen iki tip anne var. Çalışan ve çalışmayan anneler. Bunlarda kendi içlerinde ikiye ayrılıyor, tek çocuklular ve birkaç çocuklular. Konuşma tarzları, olaylara bakışları bakımından kendi kategorilerinde neredeyse herkes birinin aynı fikirde. Hepsini dinliyorum.Bana soru gelirse oğlan çocukları zaten olanı biteni fazla anlatmaz, bahanesine sığınıp bildiğim olayları bile 'bilmiyorum' diyerek geçiştiriyorum. Zaman zaman konulara 'Babamız da…..' şeklinde başlayan baba görüşleri de giriyor. Henüz ilkokul dört seviyesinde boşanmalar ileri sınıflara göre az görüldüğünden gıyaben toplantıya katılan babaların hallerine gıyaben gülüyorum…

Gülüyorum çünkü lisedeki kızımdan biliyorum, on sekiz kişilik sınıfında sadece iki çocuğun anne ve babası halen evli kalabilmiş durumda. Durum böyle olduğundan lise veli toplaşmalarında babaların değil görüşü, adı bile geçmiyor artık. Bir çıtıra koca olmadan önce bütün babaların fikirleri değerlidir, demiyorum hiç birinin suratına. İçimden diyor ve patlayan flaşlara gülümsüyormuş gibi numara yapıyorum. Bir maraza çıkarmamak ve uyumlu olmak konusunda kararlıyım. Ne denirse 'süper' diyeceğim. Diyorum da…

Sorunlu çocukların annelerinde de bir sorun olduğunu görüyorum. Kimisi sorunların sebebini çocuğun tek çocuk olmasına bağlıyor ve birkaç çocuk sahibi olmak gerektiğini, çok istediği halde çalışma hayatı nedeniyle bunu yapamadığından dem vuruyor. Bu yaz boşandıklarını artık kızının tek çocuk büyümek zorunda kalacağını, söylüyor biri diğeri. Aklıma yıllar evvel gittiğim bir sınıf yaş günü partisinde tanıştığım adam geliyor. Tek çocuktan beş çocuğa giden dehşet verici bir hikaye anlatmıştı bana; inanamamıştım da hani sizinle de paylaşmıştım ya o hikayeyi. İşte o hikaye geliveriyor aklıma hepten kahkaha atasım geliyor. Kahkaha atmamak için kendimi zor tutarken, kızımın yedi üvey kardeşli bir sınıf arkadaşını anlatırken kapıldığı dehşet duygusunun artık benden ne kadar uzak olduğunu düşünüyorum. Bu gibi durumların bana ne kadar doğal geldiğini görüyorum. Tek çocuk sendromu'ndan yedi, sekiz kardeşe giden yolların bu anne içinde açık olmasını diliyor, suratına sırıtıyorum.

Artık kalkmak üzereyiz. Kazasız belasız, tepemin tası atmadan payıma düşen hesabı ödemek üzere garsonu çağırmıştım ki, bir anne lafı yemeğin başından beri getirmeye çalıştığı konuya nihayet getiriveriyor.

- Öğretmenim, sınıfta kutulu küfürler söylenmeye başlamış, diyiveriyor.

Kutulu küfür, demese yine konuya gireceğim yok, hanım hanım dönüp geleceğim eve. Ama .. ama işte…
 'Nasıl küfürler? 'Diye soruyor öğretmen.'Söyleyemeceğim kadar kötü' diyor anne, ayyy! çok ayıp diye ağzını kapatarak. Şuursuzca parmak kaldırıyorum

- Ben söyleyebilirim öğretmenim.

Herkes bana bakıyor o anda. Olanı biteni anlatmaktan başka yapacak şey yok. Aynen size anlattığım gibi anlatıveriyorum. Hergün olduğu gibi o gün de oğlum okuldan geldikten sonra 'günün nasıl geçti' konu başlıklı sohbetimizi yapıyorduk.
- Bugün çok kötü bir şey oldu anne. Kaan ile Emre yumruk yumruğa birbirlerine daldılar. Kaan'nın kaşı patladı.
- Niye?
- Emre Kaan'nın annesine küfür etti. Müdüre gittiler. İyi ki bana etmedi o küfürü çok fena yapardım.
- Saçma! Sana n'oluyor? Bana küfrediyor çocuk.
- Nesi saçma anne? Kimse sana laf edemez.
- Nesi saçmaymış şimdi anlatacağım sana. Say bakayım şu küfürleri.
 - Ananı s….
- Bunu geç, neyiyle yapacakmış onu, saçma? Başka?
- A… koyayım…
- Bunu da geç, bu da çok saçma, sende öyle birşey yokki. Başka?
- O… çocuğu…
- Hah tamam bak burada benden kötü bir şekilde bahsediliyor. Ama bu da saçma Diyelim ki biri sana bu küfürleri saydı yapacağın şey çok basit. Gülüp geçeceksin. İlkini söylerse diyeceksin ki, 'Olur, anneme söylerim yarın gelir o dediğini anama yaparsın' ki sana söz, ertesi gün okula gelir o çocuğun karşısına dikilir, 'sen bana bişi yapacakmışsın evladım yapıver' derim. Sonuncusunu söylerse ve sen ciddiye alıp dövüşürsen durumun böyle olduğuna sen de inanıyorsun demektir. Olmayan bir şeye kızılır mı? Annecim ben o… muyum?
- Hayır
- Eee, Niye kıyorsun sen deli misin? İşte saçma olan bu. Sana, küfür etme demeyeceğim, akıllı bir çocuğa yakışmayacağını söyleyeceğim sadece. Küfürü erkeklik sanıyorsunuz biliyorum ama bu da saçma. Erkek dediğin sözünde durur. Yapamayacağın şeyleri söylemek aptallıktır. Küfürbazlık değil. Ayrıca, bakarsın bir arkadaşının annesi de benim gibi deli biri çıkar ve ertesi sabah karşına dikiliverir. Yaparım dediğini yapamazsın ve çok utanırsın. Kendini, ananı s…. diyerek komik; o….. çocuğu lafını da ciddiye alıp beni o…… durumuna düşürme. Anladikoz?
- Anladıkinoz

Bu dialoğu aynen masadakilere açık seçik, kutulu pipili kelimelerle anlattım. Çünkü benim için sorun çocuğumun küfür öğrenmesi değildi, sayemde zaten bilir olmalıydı, sorun, küfür edildiğinde birilerinin pataklanmaması gerektiğini öğrenmesiydi.

- Arkadaşlar anlayacağınız ben sizin gibi düşünmüyorum. Buradaki temel sorun çocuğun kutulu küfür öğrenmesi değil, kavgayı öğrenmesidir. Bu küfürden daha tehlikeli birşeydir. Bize düşen, ona küfürün kötü bir şey olduğunu anlatmanın yanında küfür eden arkadaşlarına nasıl yaklaşacağını öğretmektir. Oğlum eve küfür yüzünden kaşı patlak gelirse, küfür benim için o zaman kötüdür. Çocuğunuza küfür edildiğini öğrendiğinizde 'Ayyy. Çok ayıp' diye ağzınızı dehşetle kapatırsanız, küfürü duyduğu ilk gün çocuğunuzun eve kaşı patlak gelebileceğine de hazır olmalısınız.

Öylece susup kalıyorlar. 'Biz olayı hiç bu açıdan düşünmemiştik' diyorlar. 'Düşünseydiniz şarardım zaten' demiyorum. Suratlarına demiyorum, ama içimden diyorum. Birden başımda beni başından beri dinlemekte olan delikanlının varlığını hissediyorum. Garson çocuk lafımın bitmesini bekliyor. 'Hesabınızı alacaktım' diyor.
'Verilecek o kadar çok ders, ödenecek o kadar çok hesap vardı ki hangisi?' diyorum. O gülümsüyor ben kutulu bir küfür sallamak istiyorum, susuyorum. Hesabımı kuruşuna kadar ödeyip yürüyüp gidiyorum...

Bir kız, Bir oğlan.

Akşam olmuş, haberlerde lodos uyarıları ayuka çıkmıştı. Şiddetli yağmurun, havada tur atan uçakların ve uzaklardan gelen şehrin uğultulu sesini telefonun melodisi bozdu.

‘Sokak ortasında çaresiz kaldım. Sucuk gibi ıslandım. Nereye gideceğimi bilmiyorum!’

Her ‘tamam büyüdüm’, dediğinde karşısına dikilen büyük bir krizle ne kadar küçük olduğunu hatırlıyordu. Her başa çıkamadığı durumda bana sarılıyor, koynumda huzura kavuşuyordu. Ben ise her hatasında onun büyümesini sabırla seyrediyor, öylece duruyordum. Sağlam kale surları gibi onu koruyor, sadık bir köpek gibi tehlikelerden kolluyordum. İnsana yaşama azmi veren, hayatta kalma arzusnu yükselten bir duyguydu yaşattığı bana.
Memnundum. Hem zordu, hem de her zor kadar mükafatı kendinden büyük.

Kirz şimdilik çözüldü. En yakındaki güvenilir adrese doğru yola çıkması konusunda anlaştık. Kendime bir kahve yapıp, dışarıda kopan fırtınayı seyretmek üzere koltuğa uzandım. Hava hepten bozdu, rüzgar camları sarsıyor. Yağmur damlaları cama kurşun gibi çarpıyor. Bir an önce gideceği yere vardığı haberini almayı diliyorum. ‘Bu havada sokakta olanın aklı yok’ dediğimde fark ettiğim saçma çelişki beni güldürüyor. Çünkü o akılsızlardan birini yakından tanıyorum.
Geçtiğimiz ay onsekiz oldu kendileri. Pek sevindi haliyle. İlk günler hiç ses etmedim. Bir hafta fırsat kolladım. Ve sonunda beklediğim konuşma anı geldi.
- Anne onsekiz yaşındayım artık.
- Biliyorum tatlım... Ve kendimi kuşlar kadar özgür hissediyorum.
- Kuşlar derken? O kuş ben oluyorum yani. Özgürlük de senin değil benim oluyor yanılmıyorsam.
- Şekerim artık gerçeği öğrenme yaşına geldin. Onsekiz yaşına girdin diye sana fazladan verilen bir hak falan yok. Verilen bir tek şey var, o da hayatının, kararlarının ve doğacak sonuçlarının sorumluluğu. Özgürleşen ben, sorumlu olan ise sensin artık. Bu güne kadar sana dair aldığım tüm kanuni sorumlulukları sana devrettim kurtuldum. Yaşasın özgürlük.
- Aman ne komik...

 ....

‘Benim canım sıkılıyor, benimle hiç ilgilenmiyorsun. Patlamak üzereyim!’

 Her ‘tamam büyüdü’ dediğimde karşıma dikilen küçük erkeğim patlamak üzere. Her başa çıkamadığı sıkıntıda darma dağın olan moraliyle karşımda ilgi bekliyor. Ben ise hiç oralı bile değilim. Dönüp bakmıyorum bile. ‘İlgilenmiyorsun işte, haklıyım’ diyip gidiyor. Çünkü yapabileceğim hiç bir şey yok. Sıkılmak çok normal birşey. Ben de sık sık sıkılıyorum zaten.

Ne yapmaya çalışıyorum? Dışardan bakılınca hayli karmaşık pek akıl sır erecek cinsten değil onlara yaklaşımım. Duruşumla, olana bitene tavrımla biraz değil, hayli aykırıyım. Kimse tam olarak ne yapmaya çalıştığımı anlamıyor olmalı.
Bir yandan çok ilgili ve kendini adamış; diğer yandan çok ilgisiz ve başı boş bırakmış halim seyredene endişe veriyor olmalı.
Aslında genel olarak yaşadığım hayat da buna benzer bir şey. Sağlam ve güçlü, bir o kadar da aciz ve bağımlı bir kadın. Sevecen ve sahici, bir o kadar da durgun ve mesafeli. Çözümsüz karmaşık bir denklem gibiyim. Çözmeye çalışanların sürratle kafaları karışıyor ya bu anlaşılmazlıktan ulvi bir sonuça varıp beni sevmekle yetiniyorlar. Haklı bir kafa karışması bu. Çünkü hiç bir zaman gerçeği söylemeye dilim varmadı.Bilerek yanılttım her meraklı tazeyi. İlk defa dürüst olmayı deniyorum. Hala pek emin değilim kendimden. Sadece denemeye niyetliyim, hepsi bu...

Vazgeçtim konuyu değiştiriyorum. 
Şimdi... Geçen gün... bla bla bla.... falan filan fişmekan.

Ben bensem, sebebi sensin.

Hem vallahi hem billahi babam diye söylemiyorum, bizim peder pek bir hoş adamdı.  'Hayır!' dediğini bir kere duydum. On beş yaşımda evlenmeye kalkıştığım zaman. 'Bir kızı bin kişi ister, bir kişi alır' dedi diye, bin kişiyi tamamlamak için sokaktan kısmet toplayıp, toplayıp getirdim başına. Toplama kısmetlerle aileme yaşattığım rezilliklerin her seferinde babamla ben eğlenirken, annem yerin dibinden kendini kazırdı.

40'lı yaşları devirenler bilir, bizim zamanımızda chat olmadığından aynı geyikler yolda yürürken yapılırdı. Bir gün sokakta peşime esmer çakı gibi bir genç takıldı. Tanışabilir miyiz? Adın ne? Benimle çıkar mısın? Nerede okuyorsun? Nerede oturuyorsun? Ivır zıvır bir sürü istatistiki chat sorusu sorup duruyordu. Yarısı yalan, yarısı palavra chatleşerek bizim evin kapısına kadar geldik. 'Bak yakışıklı, ben birazdan apartmana girip kapıyı çalacağım, kapıyı babam açar haberin ola dedim' ve bastım zile. İgnore edebilsem edeceğim sıpayı ama teknoloji gelişmemiş o zamanlar. Çocuk "bye" bile diyemeden apar topar tüydü. Aradan iki, üç saat geçti geçmedi zil çaldı.
 Ellerinde çiçekler, Paspasta üç çift gıcır ayak...

- Babanızla görüşebilir miyiz?

Küttt!.. Kapıyı hızla kapattım yüzlerine. 'Ne o kızım hayrola?' dedi annem. Haber hayırlı olmasına hayırlı, hem de acayip hayırlı ama ben gülmekten konuşamıyorum ki. Yine de kasıklarımı tuta tuta anneme durumu özetlemeyi becerdim. Tam bu sırada zil tekrar çaldı. Annem hanım kadındır, yedirmeyi içirmeyi pek sever. Tam yemek saati bunlar açtır şimdi diye olsa gerek, sen al adamları içeri. Babam baktı olacak iş değil, giyindi kuşandı yanlarına gitti. Ben acele odama kapandım, telefona sarıldım ve Karşıyaka halkına naklen yayına başladım. Meğerse, ailesi uzakta diye albaylarını kapmış gelmiş Alişim. Uzun bir girişten sonra daha kıdemli olan albay babama, 'teğmenim kızınızı uzun zamandır izlemiş, pek bir hanım, aklı başında bir genç kızmış...' Albayım daha lafını bitirmeden babam; "Benim kız mı? Benim kız değildir O. Hay Allah galiba yanlış kıza geldiniz, benimki delinin teki." demesin mi? Annem bu manzaralara dayanacak gibi bir kadın olmadığından, acele mutfakta almış soluğu elma muz soymaya. Hanımdır, delidir derken, babam Alişim'e dönmüş demiş ki,
 'Bak oğlum, koridora gir sağdan ikinci odaya dal, dağınıklıktan odada benim kızı bulursan hemen al git. Ben verdim gitti.' Alişim ya beni odada aradı bulamadı, ya da Allah yüzüne baktı bilinmez, kuş olup uçup gitti, bir daha da gelmedi.

Ama bende kısmet bol.. 'Adam ölüsü beygir ölüsü, kapı arkasında dipdirisi'. Ellerinde çiçekler, Paspasta üç çift yeni ayak daha. Bu sefer algı bozukluğu yaşayan annemin bir arkadaşı. Beni pek bir beğeniyor ve illa yeğenine alacak. Ama bunların işleri daha zor, zira babam 'aracı kurum'a gıcık. Kısmetim yeğen bey, Koç'un veliahtı bile olsa babam akraba olmamaya kararlı. Annem, babamla beni suya göndermeden önce patakladı

- Bu gece arkadaşım oğlanı getirecek. Bir rezillik istemiyorum. Gelmeyin diyemedim. Sen bir zibidilik yapma, sen de saçma sapan konuşma.

Tamam uslu duracağız. Kısmetimizi küstürmeyelim. Ama kısmet küsecek gibi değil, elalem bir yeğen kısmete takla atarken, bize o gece iki yeğen bey bir arada gelmez mi? Doktor yeğen benim kısmetim bey oluyor, avukat yeğen ise gözlemci sıfatıyla bulunuyormuş. Biri alıcı, öbürü bakıcı. Allaaah, eğlenceye bak!.. O gece neler oldu tam hatırlamıyorum ama bir ara annemin 'Kızım babanın kucağından kalksana artık', dediğini hatırlıyorum.
 Her türlü rezilliğe rağmen, bu sefer zafer bizim. Ertesi gün haber geldi. 'Doktor yeğenim kızınızı pek beğenmiş. Kızınız isterse, hemen alacak.'
 -Baba... Ben Avukatı istiyom...

***
Bu isteğim biraz manidar bulunup ciddiye alınmasa da, yıllar boyunca bütün isteklerim ikiletmeden yapıldı. Şımarıktım evet, ama haklıydım çünkü benim babam vardı. Anlıyor musun? Babam vardı.
Baba olduğunu hissedeceği somut sorumlulukları bittiğinde, baba olmaktan vazgeçirildiğinde ise dede olmayı  benimseyen bir büyükbaba.

Canım babam, seninle ilgili hangi anıma baksam başımı yukarı kaldırmış sana bakarken buluyorum kendimi. Hep küçücüğüm senin yanında ve hep sen çok büyük. Başımı kaldırmadan seninle göz göze gelemiyoruz anılarımda.
Senin hep küçük kızın olarak kalmak istiyor olabilir miyim acaba?

Arka arkaya, başka başka yıllardan hep aynı fotoğraf flaş gibi çakıyor beynimde, başımı kaldırıyorum ve Libya-Bulgar karması sırım gibi bir delikanlı, ışıl ışıl iri kara gözleriyle gülümsüyor bana...

Yıl bindokuzyüzaltmışdört, beni en çok şımarttığın yıllar... İzmir Fuarında seninle el ele gezmeler, incik boncuk sevdasına koluna takılıp gittiğim adam baloncu çıkınca yaşadığım panik. Hemen arkasından da başımı okşayan bir el hatırlıyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum; muzur sevgilim benim... O gün aldığımız sarı zincirli kırmızı kadife çantadan daha güzel bir çantam hiç olmadı biliyor musun?

Yıl bindokuzyüzyetmiş, anneme bir sansar kürk almıştın hani... Ve ben pek kıskanmıştım... Bana beyaz bir tavşan kürk almak için annemden gizli kemeraltına dalmıştık... Ne kadar aynıyız, düşünüyorum da ne kadar deliyiz... Bizi kürk almaktan vazgeçiren o topal bebeği hatırlıyor musun? Kürk almaya giderken vitrin süsü, tek ayağı kısa, defolu Arap bebek için vitrine yapışmıştım hani. Başımı kaldırıp bakıyorum; Arap prensim benim....O çirkin arap Topal Atike'nin yerini hiçbir bebek tutamadı biliyor musun?

Yıl bindokuzyüz yetmişaltı, Karşıyaka sokakları. Her akşam işten eve gelişin ve köşeyi aceleyle dönüşün... Cebindeki her akşam bize getirdiğin şemsiye çukulatalar erimesin diye acele acale yürüdüğünü düşünürdüm hep... Her anı, her dakikası aklımda; her akşam üstüsü bisiklet üstünde geçen yıllar. Peşime taktığım bisikletliler trafiği sıkıştırınca kalabalık dağılsın diye balkonun altına gelip "babaaaa!" diye bağırıyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum; babacığım kızgın numarası yapan tontonum benim... 'Artık bisiklete binme, kalçaların büyür' diye kandırdın beni, ama hiç yutmadım biliyor musun?.

Yıl ikibinbiki, Gece yarısı 01:30. Karşıyaka. Annem ile başbaşa kaldığınız o mutlu kapının altındayım... Sabah bir toplantı için gelmişim memlekete. Bir elimde küçük bavul, diğer elimde kendimden ağır matbaa paketim. Tek isteğim uyku. Zile basıyorum. Benim fedakar annem, senin perin, yukarı çıkmakta zorlandığımı hissediyor. Yardıma koşuyor aşağı. Suyun öte yanından, billur gibi duru beyaz tenli, sarı ela gözlü muhteşem güzel anneciğimi kucaklamak için bavulu küttt! yere fırlatıyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum benim tatlı serserim.. 'Eyvah! sarhoş geldi düştü' zannıyla koşuyorsun yukardan aşağı. Ah be babacığım bilmez misin? Ben içki sevmem, içsem bile oracıkta uyur kalırım, eve bile gelemem zaten. Gri eşofmanınla sen, pembe geceliği ile perin ve toplantı şıklığı ile çitlenbiğin yukarı çıkıyoruz. Kapı duvar. Kapanmış. Gece yarısı sokaktayız. telaş içinde, biz seninle gülmekten kırılıyoruz hatırlasana. Komşular uyanacak, elaleme rezil olunacak diye kapı önüne sessizce kıvrılıp uyumaya bile razı annem adeta. Sen daha önce onlarca kez başvurduğun yolu denemeye kararlısın, zaten sende biliyorsun ki çok inatçısın... İtfaiye çağrılacak!!... İtfaiye çağrıldı. Dev kurtarma aracının kepçesinnde sen. Başımı kaldırdım, kaldırdım, kaldırdım. Yanıp sönen kırmızı ışıklar ve ulu çam ağaçlarından öte göklere yükselen babacığım benim.. Sen göğe yükseldikçe 'Babam bulutlardan yüce' diye haykırdım.

Yıl ikibinaltı... Hastasın... Biliyorsun ki eğer yapılacak birşeyler olsa senin bu deli kızın ne yapar ne eder önce dünyayı, sonra da seni ayağa kaldırır-dı. Ama öylece duruyor... Anlıyorsun, sırf beni daha fazla mahçup etmemek için gidiyorsun...

Ben hala seni görmek için başımı kaldırıyorum, yukarılara bakıyorum .Bazen bir bulut, bir yaz meltemi; bazen bir yalı çapkını, bir kuşu sesi, bazen de sarı bir kelebek olup geliyorsun bana. Hangi maymunluğu yaparsan yap seni tanıyorum bilesin. Ben bensem sebebi sensin bay Akdeniz...