Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

15 Aralık 2011 Perşembe

Kezban Avro'pa'da...

( O gün.... 
17 Nisan 1993. Çok gerginim. Müşteri temsilcisi olduğum markanın relansman sunumu için defalarca ertelettirdiğim senaryo sunumuna sadece iki gün kalmış. Hafta sonu bütün yaratıcı ekibi ajansa toplamış, onlara yaratıcı süreci hızlandıracak ortamı hazırlanmış senaryoyu bekliyorum. Birden ortalık karışıyor. Hızla odama dalan yazar  ‘’Turgut Özal ölmüş,’’ diyor. Mahvoldum! Bütün konsantrasyon dağılmış, herkes televizyon başında. ‘’Ya tamam arkadaşlar, yarın üzülürsünüz, hadi işimize bakalım.’’ Nafile. Birden kafamda bir ampül yanıyor. Şaka gibi. Tam da briefe uygun, değişimi anlatan sıcak bir fikir. Kağıda bir şeyler çiziktiriyorum. Bir kaç şarkı düşüyor aklıma. Koşarak yaratıcı yönetmenin odasında karşısında dikiliyorum. Film hazır. Fikir kötü bile olsa hiç şansı yok, hemen kabul ediliyor.  Ajans üzgün ben ise mutluluktan uçuyorum. Vay gidene, derler ya o şekil işte...)

O Bahar...
Reklam filminin post production işlemleri için üç kişilik bir ekip olarak, Londra'ya doğru yola çıkmıştık. Elimizde birer küçük çanta ve bir dünya metal film kutularımız ile ne iş yaptığımızı Atatürk Havaalanı görevlilerine anlatmaya bile gerek yoktu. ‘’x-ray ışınları flimlerimize zarar verir, biz yandan geçiverelim,’’ dediğimizde Türk görevliler bize hak vermişler; uçağa kenardan sorunsuz binivermiştik. Finnarikikakari bir aprona inip, alanda onca yükümüzle sürünmeyelim diye British Airways ile uçmuştuk. Firmanın son kullanma tarihi dolmuş hostesleri ile yaptığımız yolculuk bitmek üzereydi ki... 'Londra'ya hoşgeldiniz böcekler' dediklerini duyar gibi olduk. Onlar üstümüze böcek parfümü sıkarken, ben de bir sonraki uçuşuma onlara hediye olarak bir kutu Teşvikiyeli hamam böceği havyarı getirmeye and içmiştim.
İngiliz gümrük görevlilerine ellerimizdeki filmlerin ne işe yaradığını anlatmamız çok kısa sürdü. Hemen anladılar(!) ancak, x-rayden geçirirsek bozulabilirler kısmını anlatmamız hayli zor oldu.
On günden fazla kalacağımız için daha ekonomik olur düşüncesiyle şehrin ortasında küçük bir daire kiralamıştık. Yırtık pırtık koltuklar; nuhun ebesinden kalma mutfak gereçleri; adam başı birer tabak, çatal, kaşık, bardak; bir kutu tereyağı ve olsa olsa burada mütemadiyen at tepişmiş dedirtecek kadar iğrenç kokan iki çift kişilik yatak. E, biz şimdilik üç, ertesi gün itibariyle dört kişiyiz? Nassı yani? Dört kişi geliyoruz diye, çiftleşmek mi zorundayız yani Avrupada... Seks büyüğün, koltuk küçüğündür adabıyla bu meseleyi de çözdük..
Sorun çıkarmayacağız ya... Çıkarmıyoruz işte!..
Ertesi sabah...
Studyoda işleri yoluna koyduktan sonra verdiğimiz tereyağlı ekmek molasında Avrupa sokakları ile ilgili ilk uyarımızı aldık. ‘’Aman üstünüzde değerli bir takı olmasın. Çıkarın o kolyeleri, mazallah yürürken boynunuza asılıp çalarlar. ‘’ Giden altın olsun be koçum, bu arada boyun kopmuş onu düşünen yok.
Bizim ülkemizdeki studyolardan geceli gündüzlü çıkamazken burada herşeyin ve en önemlisi mesainin dakik olması Londra'da çalışmanın en güzel tarafıydı. Ancak son gün bu bayıldığımız kural on beş dakikalık bir mesai için bize bir gün fazladan kalmaya mal olunca, ‘’gözünün yağını yiyeyim memleketimin mesaisiz çalışanının’’ dedirtmedi değil.  Sorun çıkarmadık, bir gün daha kaldık.
Öbürsü gün...
İşler yolunda gidiyor. Biraz gezmek için bol vakit, Londra'nın dar sokakları, barları, cafeleri, butikleri var. Yanımızda gelirken gümrükten geçirebildiğimiz para ile bu sokaklarda daha fazla idare edemeyeceğimizi anladık. Bir tabak omletin yanında yediğimiz koca bir Avrupai kazıktan sonra, prodüksiyon için öngördüğümüz parayı bir an önce Londra'ya transfer etmenin yararlı olacağı konusunda hemfikir olduk. Ve Türkiye'ye haber saldık.
- Bize Toplam bütçe'deki Londra ayağını havale edin hemen!
- 43 bin Pound... Tamamını mı?
- Evet!
- Yarın sabah elinizde efendim.
- Aferim.
Öbürsü sabah...
Sokaklarda dikkat çekici olmamak için en paspal eşortmanlarımızı giyip, sportif sırt çantasını sırtımıza takıp koyulduk banka yollarına. Banka şubesi kaldığımız eve uzak olduğu için, pis evimizin köşesindeki bankada bir hesap açtırmanın çok akıllıca olduğu konusunda da Türkçe fikir birliğine vardık. Banka kapısında içeri girdiğimizde görevliler halimize bakıp bizi bir şeye benzetemediler. Türkiye'den havale beklediğimizi söyledik. Adam, önce işlemlere sonrada bön bön suratımıza baktı ve ‘’Evet gelmiş,’’ dedi. ‘’Biz onu çekiverelim.’’ Görevli koşarak içeri girdi. Gitti gelmez, gitti gelmez... Yaklaşık bir saat sonra üç kişi olarak geri döndü. Bizi özel bir yere aldılar. Ve başladılar mıncık mıncık 50 lik,100 lük banknotları bankoya dizmeye. Yanında da bir tomar büyük sarı zarf. Nassı yani? Bu paranın binliği yok mu brader? Hadi anlaşalım beş yüzlük olsun.. Bu ne? ‘’Alın Pound dağlarınızı, ne haliniz varsa görün Londra yollarında’’ denir mi bu saf turiste? Tedarikli geldiğimiz çanta, hacminin sadece on, on iki bin Pound'luk olduğunu belli edince kalanını oramıza buramıza tıkmaya başladık. Meme boşluğumuza, olmadı sırtımıza, olmadı paçalara; tamam kabul ediyorum biraz da mabadımıza doldurduk. Pantolanlar çoraba, kazaklar bele iple sıkıca bağlandı. Biz paralarımızı kendimize istiflerken, adamlar bize bön bön bakmanın ötesine geçip, birbirlerine bön bön bakmaya kadar işi vardırdılar...
E, ne yapacaktık, 43 bin bölü 50 lik şeklinde adetlediğiniz parayı acaba Avrupai kardeş? Biz büyük annelerimizden böle gördük. Siz onu bile görememişsiniz. Ayrıca da acayip hayret bir şeysiniz!
Ay bu bankadan sıkıldık. Hemen koşarak pis evimizin köşesindeki cici bankaya gittik.
O Banka'da...
- Biz vadesiz hesap açtırmak istiyoruz.
- Tutar?
- 43 bin Pound
- Mümkün değil
- Neden?
- 5 bin Pound'tan daha fazla hesap açmayız
- Hahahhahha.. Çok şakacısınız... Aynı zamanda da çok Avrupaisiniz.
- İmkansız...
- Peki pratik bir çözüm?, Müsteri memnuniyeti?, Kaizen?, Stres yönetimi? Performans eğitimi? Falan filan böle konseplere takılsak?
- Kanunlar böyle.
- Nasıl kanunlar bunlar?
- On beş gün hakkınızda soruşturma yapılacak, paranın kaynağı araştırılacak ve siz yabancı olduğunuz için de itibarlı bir İngiliz'den kefalet gerekecek.
- Ebeme ihtiyaç yok mu? Onu da arasaydık. Doğal sarışınım, avrupai tatlım, biz on gün sonra ziyadesiyle bu paraları harcamış olarak burayı terk edeceğiz. Hallediver şu işimizi.
- On beş günden önce mümkün değil. Hatta bu tutarda hesap açtırmanız hiç mümkün değil.
- Bırak yaa. Delirmiş bu... Londra'da mis gibi Türk Bankaları var. Gideriz müdüre odasında bir çay içer, memleket hasreti yapar, yatırır geçer gideriz. (Aklımı seveyim!)
- Hadi bize byeeee gülüm...
O öğlen pis evimizde...
Telefonda konuşmadığımız Türk Bankası kalmadı. Hepsi bizden daha çaresiz ve kimsesizdi. Sonunda masanın üstü para yığını ile pis koltukta kalakaldık.
- Kalkın gidip yemek yiyelim. On tabak omlet ısmarlarsak şu koçandan kurtuluruz mesela.
- Şahane fikir bence de parayı koçan koçan harcıyalım.
- Bir ev alalım. Ben yolda giderken gördüm 40 bin Pound'a süper bir tek katlı ev var.
- Yahu yemeğe nasıl gedeceğiz, parayı evde tek başına mı bırakacağız?
- Nöbetleşe çözüm getirelim, birimiz evde kalsın.
- İyi fikir! Hatta ilk sen kal.
Yapacak bir şey yoktu. Türkün aklı bir. Bu paranın önemli bir kısmından kurtulmamız, iş bitiminde yapacağımız tüm ödemeleri peşinen yapmakla, kalanını da Londra barlarında afiyetle yemekle mümkündü. Üstelik İstanbul'daki patronumuz havaleyi erken yaptırdığımız için bize kızmış ve inşallah sorun olmaz, diye de fırçalı bir temenni yollamıştı. İşin kötüsü ertesi sabah da Londra'ya geliyordu. Paranın erken transferinde ısrarcı olan prodüksiyon şirketi ve şahsım yusuf yusuf vaziyette, Avrupa'yı dize getirecek yatırımsal çözüm peşinde koşuyorduk. Allahım bize akıl fikir ver, para içinde delireceğiz bu yaban ellerde...
- Bütçeyi çıkar, burada yapacağımız ödemelere bir bakalım.
- Hesaba göre yönetmen, studyo, ses, müzik toplam 32 bin Pound.
- Ev sahibi ve organizatöründe parasını ödedik mi süper. Adam başı 2 biner Pound falan kalır bize, onu da herkes bir yerinde saklar artık.
- Oldu bu iş. Hadi eve dönelim, paraları alıp yönetmen ve studyo ödemesini yapalım.
O Akşam üstü Studyo...
Tekrar en süslü eşofmanlarımızı sıkıca giyip, ödeme yapılacak kişilere göre meblağları ayırıp, şahsiyetin mana ve önemine en uygun yerlerimize paraları yerleştirdik. Benim sırt çantası da tepeleme Pound dolu vaziyette yola koyulduk. Studyoya vardığımızda beni paranın heyacanından daha fazla heyecanlandıran bir konuğum bekliyordu. Uzun zamandır Londra'daydı ve gözüm parada pulda değil, onun ışıl ışıl gözlerindeydi.
-Bana bak ne diyeceğim, burada sokaklar tekin değil, sakın fazla para taşıma yanında.
-Yok be tatlım çok bişi yok.
-50 Pound'tan fazla taşıma sakın. İsterlerse de hemen ver.
-Hepsi hepsi bu kadar taşıdığım paranın...  
Önce çantanın içini sonrada dolgun dekoltemi gösterdim. İri gözleri yerinden birkaç saniyeliğine çıkıp geri girdikten hemen sonra, ona muhteşem planımızı anlattım.  İşler yolundaydı yönetmen ve kameramanları hiç sorun çıkarmadı sağolsunlar. İhtimal Türkiye'ye sık gelip gittiklerindendir. Türk Birliği'ne alınmışlar besbelli.
Ama ya studyo öyle mi ya? Bön Bön Avrupalı.
-Alamayız
-Fiyat teklifiniz kadarını peşin ödeyeceğiz işte. Bütçede oynama olursa giderken hesaplaşırız. Oki doki?
-Fatura kesmeden alamayız..
-Kesin o zaman.
-İş bitmeden fatura kesemeyiz.
-Bitti farzetin yahu...
Ay ölecem yine o bön bakış. (Bu bakıştan sonra olay kilitlenir artık bunu öğrendik.)
Bilmem kaç saat Allahın avrupalısına dert anlatmaya çalıştık. Müdürleri, genel müdürleri, avukatları, sigortacıları derken olayı memleket meselesi yaptılar. (Sanırsın para koçanını Avrupa Birliği'ne alacaklar. Bizim görüşmelerin niye uzadığını anlayın işte.) Fatura kesemeyeceklerini, faturasız giriş yapamayacaklarını ama kasalarında emanete alabileceklerini söylediler...
Oh! Diyerek derin aldığımız nefesi geri veremeden oracıkta ölecektik. Avrupalının gariban kasası sadece 10 bin Pound'a kadar sigortalıymış!
Ver ver kurtulamıyoruz. Aynı mantıkla ses ve müzik ödemelerini de yapamıyorduk hiç şüphesiz.
- Senin kıçında kaç Pound kaldı?
- 8 bin.
- Senin
- 6 bin
- Allahım sen sabır ver! Evdeki paraları da hesaplarsak 23 bin Pound'luk fırça yiyeceğiz yarın sabah patrondan.
- Eve gidelim. Kusucam.
Sonunda...
Günler geceleri, geceler günleri para yeme telaşı içinde kovaladı. Biz para teleşındayken filmin kurgusu montajı bitti.  Sonunda İstanbul'a beş parasız, adam başı sekiz bavulla dönmeyi başardık. 

Film beğeniliyor, Kristal Elma ödülü ajansa geliyor. Traji komik hikayesi de size...





28 Nisan 2011 Perşembe

Alkış Çocuk

Sahneye çıkanlar bilir, eğer olanakları iyi bir salonda sahneye çıkarsanız oyun teksti kötü bile olsa, izleyicinin salondan size hayran çıkma olasılığı hiç de yabana atılacak oranda değildir. Kahvemolası'na yazmayı kendi adıma biraz buna benzetiyorum. Benim için burası, olanakları iyi bir sahne. Üstelik giriş biletsiz olmasına rağmen tıka basa kaliteli seyirci dolu.

Yazımın yayınlandığı gün, kendimi sahne ışıkları karartılmış üçbinbeşyüz kişilik bir salonun sahnesinde hissediyor, karanlıkta kimler oturuyor acaba diye siz seyircilerimi merak ediyorum. Öyle ya kendim okumak için yazmıyorum bütün bunları.

Bilir misiniz, sahne ışıkları ilk üç sırdan sonrasını oyuncuya görünmez yapar. Karanlık noktadır oralar. Asıl seyirci ise o karanlıkta oturanlardır. Oyuncunun görebildiği ilk üç sırada oturanlar ise genellikle protokolden, bildik tanıdık, eş hısım akraba, davetli ve torpilli seyircidir. Oyuncunun seyircisidir. Zaten onlar, öylece sahnede dursanız bile sizi beğenir. Çoğunlukla da salona geç gelerek karanlık noktalardaki asıl seyirciye bir mesaj verir. 'Bak bu sahnedeki kız varya, pek sevişiriz onunla, bana önden yer ayarladı haberin ola'...

Bir de alkışı başlatan seyirci vardır tiyatroda. Kimdir bu seyirci? Çoğu zaman bilinmez, bilinse bile asıl seyirciye bildirilmez. Oyun nerede doruğa çıkar, alkış nerede patlar, perde arası ne zaman verilir o bilir; başlar alkışlamaya, gerisi de karanlık noktalardan kendiliğinden gelir. Yazım çıktığında kendimi takip spotu üstümde, stres altında hissederken; yazarken başka türlü hissediyorum kendimi. Bir meydan kahvehanesinde orta oyunu oyuncusu yerine koyuyor yazmaya başlıyorum. Tıpkı tiyatroda doğaçlama çalışması yapar gibi. Kendime bir yer, bir mevsim, bir durum tarif ediyorum ve içimden geleni salıveriyorum ortalığa.


Olanı biteni dillendirip, karekter komedisinden çok, durum komedileri yaratarak güldürüp, düşündürüp, eğlendirdikten sonra mevki* de oturan beylere ve kafeste* oturan hanımlara selam verip metni Dükkan'a** yolluyorum. Arada sırada Duygulu Komedya'larda çıkıyor tabi, sahte duygusallığın yaşandığı Yeni Dünya'ya** söyle bir tersten bakınca, arada sırada da Tregedya.

Ne demek istediğimi tam anlayamayanlar için kendime bir yer, bir mevsim, bir durum tarif edip bugünkü yazıma geçeyim en iyisi. Belki bir örnek olur, belki alkış başlatan olur diye.

Önce bir durumu tarif edelim ve ardından bakalım doğaçlama yapan aklım bizi nereye götürecek izleyelim.

Bindokuzyüzseksenli senelerde, sıcak bir ağustos akşamı, gişede eski devrimciler bilet satarken, çekirdek yiyen seyirciler bol boş koltuklara dağılmışken, lunapark gürültüsü seslere baskın çıkarken, berbat bir kuliste sıranı beklerken, İzmir fuarında bir açık hava tiyatrosunun arkasındaki ağaçta oyunun başlamasını heyecanla bekleyen bir kimsesiz çocuğun varlığını fark ettin. Sonra ne oldu? Hadi anlat bize Hususiabla.

İlk geceden hepimizin dikkatini çekmişti. Oyunun en can alıcı yerinde, espirinin patladığı yerde seyircinin arasından birileri alkışı başlatıyordu. Kim olduğunu bulamıyor, alkışın nereden geldiğini anlayamıyorduk. Bir kaç gece sonra arkadaşlar sıska bir oğlan çocuğunu kulise getirdiler. Her gece oyunun tam da gerektirdiği yerde, ışığın kör ettiği noktadan, karanlıktan kopup gelen alkış çocuktu bu.

Üvey baba dayağından on yaşında evden kaçmış, iki senedir fuarda yatıp kalkan, kendine göre 'tamam' bir delikanlı bize göre 'alkış çocuk'. O günden sonra tiyatronun arkasındaki ağacın kadrolu seyircisi, bize göre bizden biri olmuştu.

Evden giyilecek, üstünü örtecek ne varsa taşır olmuştuk ona yemeğine kadar hazır ediyor, kuliste yatmasına izin veriyorduk.

Sanki bütün bunlar bizden olmasına yetecekmiş gibi...

Birgün kulisten oyunda giydiğim ince topuklu rugan ayakkabılarımın çalındığını farkettim. Ayağımda ne varsa onu giyip sahneye çıktım. Ben sahneye çıkmasına çıktım da, oyunun sonuna kadar ağaçtan çıt çıkmadı. Her yerde aradık ama bulamadık. Ne Erdinç'i, ne de o Allahın cezası ayakkabıları. Kapıdaki biletçiler(!) bana kızıyorlardı 'Düşme peşine.. Bırak onu... Sokmayız bir daha buralara, gelemez de zaten, onu bir güzel okşadık'.

Delirmiş gibiydim. Allahın belası bir çift rugan ayakkabı için olanlara inanamıyordum. Aydın empatisi güçlü, beni derinden okuyan biriydi. Kadın ruhum için değil, insani ruhum için ve ideallerimi gerçekleştirmem için birşeyler yaparak kalbimi kazanan biriydi o. Her zaman da öyle oldu.


Ertesi sabah erkenden gittik fuara. Sabahın ilk ışıklarıyla daha bir romantikti fuar, mis gibi sevgili havası vardı Akasya ağaçlarının altında. Birbirimizin kucağına yatacağımıza kıyı köşe demedik banklarda, kafelerde, büfelerde, Akasya ağaçlarının altında seyircimizi aradık iki sevgili...
Ama bulamadık. Bir gün, sürekli semaver çayı içmeye gittiğimiz kahveci bize Erdinç'in kahvenin yakınında olduğunu söyledi.

- Onu aradığımızı söylemedin mi?, Çağırtır mısın onu?.
- Sizden utanıyor. 'Ben çalmadım, çocuklarla kavga dövüş ettim, kim çaldıysa bulup getirecektim ama bulamadım, ablamın ayakkabılarını bulmadan çıkamam yanına' dedi bana.
- Biz onu ne kadar aradık biliyor mu ?, nerede o?.

Sonunda Erdinç geldi. Olanı biteni hiç konuşmadık, çay içtik, çift kaşarlı salçalı tost yedik. Günün sonunda kahveci ona karın tokluğuna iş vermiş, gece bir kenarda yatmasına izin çıkmıştı.


Sanki bütün bunlar onun kara bahtını değiştirebilecekmiş gibi...

Aradan aylar geçti, 27 Mart dünya tiyatrolar günü için bir oyun hazırlamıştık. 'Sen Gara Değilsin!'... Çok heyecanlıydık. Erdal mükemmel bir oyun çıkarmıştı, Arif o gün ilk kez sahneye çıkacaktı.


İlk gece heyecanını yenmek için oyun başlamadan, perde arkasından uzun uzun salonu izlememi öğütlemişti bana bir usta. 'Hem ön sıradan sana güç verecek seyircini saptarsın, hem de sahneye çıkmadan seyircine alışırsın' demişti. Perdenin arkasından salonu izliyordum. Yeni yetme bir gıcır delikanlı elinde bir tek gül ile en ön sırada oturuyordu. Bana güç verecek seyircimi bulmuştum. Peki ya Erdinç bizi nasıl bulmuştu? Aydın bana sürpriz mi yapmıştı yoksa?. Ne olursa olsun, çok mutluydum. Alkış çocuk sahnelere dönmüştü... Aradan yaklaşık altı ay kadar geçti. Alsancak'ta bir kafede otururken birden gözüm karşıdaki çöp bidonunu karıştıran çöpçü çocuğa takıldı. Yerimden ok gibi fırlayıp kir pas içindeki çöpçü çocuğa sımsıkı sarıldım...

- Erdinç bu ne halin?

Başını öne eğdi, karakuru bir sesle..

- Bırak beni Mehtap abla.
- Neden?.
- Utanıyorum abla.
- Sen utanıyorsun, ben seni merak ediyorum. Neden bu haldesin?
- Ben sizi bulurum abla... Yine gelirim oyununuza...

Erdinç mi işi bırakmıştı? Yoksa kahveci mi onu sokağa salmıştı bilmiyorum. Ne olursa olsun, çok mutsuzdum... Alkış çocuk sokaklara dönmüştü.

Bundan sonrası yok...
Bundan sonrasında bugün... Belki beni bulmuş izliyordur diye Erdinç için bir itiraf var.

'Seni gördüğüm o son günden sonra o çocuğu içimden atamadım. O günden sonra hiçbirinizin gözünün içine bakamadım... Hiç birinizin saçını okşamadım. Hiç birinize evden ekmek taşımadım. Sizlerin dramına seyirci oldum olmasına da, senin gibi yürekli bir seyirci olamadım. Alkışı başlatmadım... Sen de beni bırak, alkış çocuk.. Sen beni alkışladıkça, keyfine varamıyorum hayatın. Utanıyorum...'






Orta Oyununda;
* Mevki ve kafes; erkek ve kadın seyircilerin ayrı ayrı oturduğu yer.
** Dükkan ve Yeni Dünya; iş hayatını ve ev hayatını temsil eden dekor.

İlk Sevgliye


Fethiye'nin dökme taş yollarında başlayıp, mavi yeşil sularda derinlere dalan eskilerdeyim. Tepesi delik yollarında güneyin delisi gibi dolanıyor aklım. Bir o mavi koy, bir bu kara zeytin gölgesi. Bulduğum bir kaba ardıcın pürüne yaslanıp dinleniyor arada. Bildiğim bütün Fethiye türkülerini mırıldanıyor içim.

'Yaslanaydım kaba ardıcın pürüne
Dinleyeydim kekliklerin sesini...
Ünledim ayşe diye,
Odayı döşe diye.
Ünledim fatma diye,
kaşları çatma diye...'

Dökme taş yolların yokuş başlarında çocuk aklım. Özlem bildiklerimi döke saça yokuş aşağı koşuyor. Durduramıyorum, aklım kaçıyor... Ağaca çıkmaya, ilk yağmurla toprağa yayılan salyangozları toplamaya. Her şeyi bir bir hatırıyor. Ne yaşadıysa, ne öğrendiyse hepsini. Tükürükle çiyan öldürmeyi, ağaçlardan ağustos böceği yakalamayı, çam pürsülünde kaymamayı, güneşte yağan yağmurun adını, keçi beslemeyi, turunç aşılamayı, tarhana ufalamayı, balıklarla yarışmayı, topuktan kara diken çıkarmayı, yıldızlara bakıp hava tahmini yapmayı, teke süzmeyi, sırtı çekmeyi, rüzgarların alametini. Kesik kapılı delikanlıyı. Sarıyı... Öpüşmeyi.
Ağustos sıcağında Mendos'un en karlı tepesinden ünlüyorum sıcak şehre. Sesim bana geri dönüyor. Kimseden ses seda yok. Şehirde ölüm sessizliği var. Terim kar, deniz kan kokuyor. Korkuyorum...
Günlükbaşı'ndan giriyorum, Karagözler'den çıkıyorum. Arıyorum. Yok. Vuruyorum Belcekız yollarına kendimi. 'O yok, gitti’, diyorlar. İnanmıyorum. 'İnan' diyorlar... 
Sonrası kar, fırtına, yağmur. Bahar yağmurlarına benzemiyor iri damlalar. Yaz sıcağında sırtından süzülen ter gibi ılık. Karagözlerden yanaklarıma, yanaklarımdan toprağının koynuna sağnak. Aklıma sakladıklarımı hatırlıyorum. Çalış’taki sediri. Analarımızın rahmine peşpeşe düştüğümüz tahta barakanın rüzgarda çıkardığı sesi. Sana mavi bana pembe örülen patiklerimizi. Hikayemizi. Önce sen doğuyorsun sonra ben. Sen sapsarı, ben kapkara. Sana ibiş diyorlar, bana çitlenbik. Sen ikinci Karagözler'de büyüyorsun, ben birinci.
Güneşin kavurduğu bir yaz sıcağında bunalıp hesapsız dalıyoruz turkuvaz koya. Sen balık gibi, ben karabatak gibi. Çok gülüyoruz. Sen gözlerini kısarak, ben ağzımı fırın gibi açarak. Bir damda, yanyana yatmaya aşina iki çocukken, bir avazda genç oluyoruz. Yaz alevi misali gençlik ateşi yakıyor çocuk tenimizi. Kelebekler vadisinin bütün kelebekleri buse olup dudaklarımıza konuveriyor. Al yanaklarımız bizi ele veriyor. İki mahçup kelebek gibi anları kızgın kuma gömüp yaza veda ediyoruz. Sen için için ağlıyorsun, ben canhıraç.


Yıllar... Yıllar kamyon gibi üzerimizden geçiyor. Aralık oluyor, önce sen ölüyorsun, sonra ben.



12 Nisan 2011 Salı

Eksik misiniz? Tam mı?

'Dürtü ile tepki arasında bir boşluk vardır..
Bu boşlukta, tepkimizi seçme özgürlüğümüz ve gücümüz bulunmaktadır.
Tepkimizde ise, gelişimimiz ve özgürlüğümüz bulunur.'

Yukarıdaki satırların sahibinin kim olduğunu bilmiyorum. Okumakta olduğum kitabın yazarı Stephen R. Covey de bilmiyor. Covey'i etkileyen, hatta onu 500 sayfalık kitap yazmaya kadar götüren bu sözleri ben de düşündürücü bulduğum için sizlerle paylaşmak istedim.

Onu bunu bilmem ben gençleri çok seviyorum ve onlara güveniyorum. Ya da güvenmek istiyorum. Onların içinde bulundukları şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırınca da onlara olan şevkat duygum katlanıyor. Çok zor şartlarda genç olduklarını düşünüyorum. Ve biz erişkinlere düşenin, bu zor şartlara rağmen hayatı biraz daha yaşanılır kılmak adına, onların umutlarının yeşermesi adına; mümkün olduğunca şevkatli, anlayışlı ve eğitici olmak olduğuna inanıyorum.

Son günlerde medyada gençliği hedef alan bir bombardıman var farkındaysanız. 'Çok yüzeyseller, içleri boş, sevgisizler, dokunmayı bilmiyorlar, ilgi alanları kısır, duyarsızlar, sığlar, sanallar' vs.
Bu kadar ağır eleştiri bana yapılsa aynen şöyle derdim: 'Evet öyleyim, ne olmuş? Bu benim seçimim. İsteğim gibi olmakta özgürüm'.

Evet herkesin yaşama biçimi ile ilgili -abuk ya da değil- seçim yapma özgürlüğü var ve buna kimsenin diyecek lafı olamaz. Olamaz da...bütün gençlik topluca aynı tavrı seçince toplu eyleme giriyor mesele ve toplumsal sorun halini alıyor. Eleştirilen gençlik yığınının içinden sıyrılıp, saygın ve farklı olmanın yolu da ne vatan kurtaran ekipmanlardan biri olmaktan, ne kütüphane rafı gibi durmadan kitapla dolanmaktan, ne de içini doldurmak, yani içini dışını şişirmekten geçmiyor. Boş işler ile günü doldurmak yerine içini dolduracağınız başka bir boşluktan, 'bir boşluk anı'ndan söz edeceğim sizlere.

Seçme özgürlüğümüzü kullanırken, farkımızı ortaya koyma ve kendimize tanıdığımız mutlu olma şansından; 'Tamam insan' olmaktan geçen etki ve tepki arasındaki boşluk bu, 'Ben' ile 'Benim özgürlüğüm' arasındaki boşluk.

Az evvel sözünü ettiğim kitapta çok güzel anlatılıyor bu konu, kitabı okuyan herkesin cevabını kitabın içinde bulabileceği şu iki soru ister istemez ilk anda aklıma takıldı.

Etki ve tepki arasındaki boşluk bazı insanlarda hoşluk olurken bazı insanlarda niçin an kadar kısa?
Niye bazı insanlar anlayışlı ve yapıcı da, bazı insanlar tepkisel ve saldırgan?

Çünkü; Bazı insanlar eksik. Yanlış, kaba, aptal, düşüncesiz, genç, cahil veya hayvan değil; eksik.
Tam olmak için ne lazımmış derseniz. Çok basit. Aşağıdaki dört maddeden nasibini almak yeterli.
1. Kişisel farkındalık.
2. Bilinç.
3. Yaratıcı hayal Gücü.
4. Bağımsız irade.

Hepsi bu kadarcık işte. Tam genç işi değil mi? Kısa ve öz, hap yap yut...

Hepsi aynı anda doğru, hepsi aynı anda devrede olması gereken bu dört seçenekli testi çözemeyenlere ne deniyor derseniz, kısaca onlara 'eksik insan' diyor kitap. Boşluk anları sıfıra yakın olduğu için bu insanlar etkiye anında tepki verirlermiş meğer.

Soyunu devam ettirme dürtüsü ile sadece hayatta kalmak adına hareket eden hayvanlar gibi;tıpkı bir hav hav gibi kuyruğuna bastığınız anda sizi ısırırmış bu tip insanlar.
(Kitap böyle tanımlamıyor durumu kuşkusuz, bu ve bundan sonrası benim yorumum)

Diyelim ki bir havhavın istemeden kuyruğuna bastınız.
1. Köpek olduklarının farkında bile değillerdir. Sizin de bir insan olduğunuzun farkında olmadıkları gibi. Çünkü;kişisel farkındalıkları sıfırdır.
2. 'O benim biraz canımı acıtmış olabilir, ama ben onu öldürmemeliyim' demezler. Çünkü; bilinç sıfırdır.
3. 'Kuyruğuma bastığının farkında bile olmayabilir. Biraz ağlasam belki beni öper' diyemezler. Çünkü; yaratıcı hayal güçleri sıfırdır.
4.. 'Hayvan olarak şimdi bunu ısırmam lazım ama ben bunu yapmayacağım ona yaptığının yanlış olduğunu anlatmalıyım' diyemezler. Çünkü; bağımsız irade sıfırdır.

Bu kadar eksik olunca bizi ısırmalarından daha doğal ne olabilir öyle değil mi?

'Tamam insan etki ile tepki anı arasında tüm bunları bir süzgeçten geçirir ve kendi insani gelişimine uygun ölçüde vereceği tepki ile kendi farkını ve seçme özgürlüğünü kullanarak mutlu olabilir' deniyor kitapta. Yani, tamam insanı havhavlaradan ayıran şey budur ve kuyruğuna bassanız bile sizi ısırmaz demek istiyor.

Bana sorarsanız bunlara tastamam sahip olmak zeka ön koşullu bir yetenek. Herkesin harcı değil besbelli. İnsan burada bir zeka pırıltısı görmeden edemiyor.
Tamam insanların arasındaki bazı insanlarda rastlanan özel bir yetenekten daha söz ediliyor kitapta ve bu bazı insanlara da 'parlak insanlar' diyor. Yani tam ve cilalı; tastamam insanlar.
Bu özel yeteneğe ise 'gerçek mizah yeteneği' denmiş ve 'Gerçek mizah yeteneği: mizahi bir düşünce yapısı ve hayata bakış' olarak tanımlanmış bu özel durum kitapta. Sululuk ile sakın karıştırmayın.
Parlak insan olmak için dört özelliğin tamamının tam olması ve dahası tamamının cilalanmış olması ise şart.

İşte 'Çok özel insan' olmanın förmülü.
1. Konulardaki İroni ve paradoksları görebilecek bir farkındalık,
2. İçten, moral yükseltici, cesur, aşağılamayan bir bilinç,
3. Gerçekten önemli noktaları belirginleştirebilen, yeni ve eğlenceli bir tarz yaratabilen yaratıcılık,
4. Tepkisel ve saldırgan olmayan güçlü bir irade.

Niçin bazı arkadaşlarımız bambaşka? Niçin bazı hocalarımız süper, anladık degil mi?

Hadi cilasından vazgeçtim, mümkünse yukarıda saydığım dörtlü konusunda kendimizi geliştirelim, hayvandan farkımızı ortaya koyma fırsatını değerlendirelim ve mutlu olalım diyorum. Çünkü bütün bunlara sahip olduğunuzda çok önemli bir şeye daha sahip oluyorsunuz. Sevginizi gösterebilme ayrıcalığına. Ayrıcalığına dedim dikkat edrseniz. Problemin çözümünü iyi kavrarsanız ileride bana çok dua edersiniz gençler.

'Sevgi bir eylemdir' deniyor kitapta. Vallahi kitabı öpesim geldi bu bölümü okurken. Çok uzun zamandır dilimde tüy bittiydi 'Gösterilmeyen sevgiyi yok sayarım' diye diye. Ama bu kadar derli toplu anlatamamıştım meseleyi kimselere. Gerçekten sevgi bir eylemdir.

'Sevgi sevdiğinizi okşamak, onun için fedakarlık yapmak, onu dinlemek, takdir etmek, ve onaylamaktır. Sevgi bir duygu değildir. Öyle durup bakarak, mum ışığında kadeh tokuşturarak, karda yuvarlanarak sevgi duygusu karşınızdakine geçmez. Sadece hoş vakit geçer, hoş saatler bitip, tek başına kaldığınızda, içinizde hala merak, korku, endişe, acaba ve hayal kırıklığı varsa sevgi arabaya atlamış Fizan'a doğru yola çıkmış demektir'.

Aynen böyle yazıyor. Ve ben de aynen katılıyorum.

Gençlere Masallar

Büyüyüp serpilmeni saygıyla bekliyormuş gibi duruşuma bakıp, sakın aldanma. Bal gibi hayallerim var senin için. Okul falan derdim değil. Nasılsa bir yolunu bulur okursun. Yeni furyalara kendimizi kaptırmışlıktan başka hiçbir anlamı yok sınavların özel okulların benim gözümde. Hiç biri senden daha özel; senden daha yüce değil. Ders işte en nihayetinde, müdür muavini gibi oturup okulu ve okumanın önemini konuşacak değilim. Dersler, notlar, takdirler falan filan. Yıllardır bildiğin coğrafya, bildiğin kimya... Ekvatoru teğet geçen çizgi ben bildim bileli aynı yerde duruyorsa; sittin senedir bir yere kıpırdamıyorsa, daha birkaç yüz yıl bir yere gideceği yok demektir.  'Bildiğin kimya' dediğime bakma kimya bildiğinden değil. Benim de bildiğim yok zaten, hepsi uçtu gitti aklımdan. IQ düşüklüğünden hiçbir zarar görmedim, fazlasından fayda göreni de pek gördüm sayılmaz. Ortalama adama göre hazırlanmış ders programlarının üstesinden gelmek için IQ olsa da olur olmasa da. EQ desen hiç şart değil, geçerli bir diplomayı kapmak için.

Öyle bir zamana denk geldin ki, ne anlatsam demode kaçacağımı biliyorum okumanın erdemi adına. Ne IQ, yuvarlak bir kalça kadar para ediyor; ne de bir çift dik memenin yerini tutabiliyor EQ...

Hayat takdir ediyor eninde sonunda herkesi... Her sene kapıp geldiğin takdir belgelerin olmasa daha mı az değerli olacaksın benim gözümde sanki. Alakası yok. Ödül işte... Bir nevi kağıttan hediye. Başarılı çocuğa Converse almayı akıl ettiklerinde takdir belgesi de önce evde çekmecelerdeki kalabalıklara, sonra da tarihe karışır. Converse markasını sponsor etseler karnelerde başarı oranı nasıl artar düşünsene. Bunu akıl etmek için kimyayı ezber yapman hiç gerekmiyor; motivasyonun anlamını kavraman yeterli.

Anlayacağın okul başarısından daha önemli şeyler var konuşulacak... genç olmak... mutlu olmak... vefa gibi... hayatın anlamını anlamak gibi...

- Heyy sen beni dinlemiyor musun? Havaya mı konuşuyorum ben? Aklın fikrin sivilceli çocukta...
- Biliyor musun ne oldu?
 - Sivilcelinin en yakın arkadaşı, sana seni sevdiğini söyledi.
- Nereden bildin!?
- Ben bilirim... Hatta kafan karıştı değil mi?
- Evet, biraz...
- Bak onu da bildim.
- Ama bu çocuk onun kadar yakışıklı değil...
- Bırak şu yakışıklı sevdalısı olmayı, tipiyle değerlendirme insanları.
- Bu yaşta bir erkeğin nesine bakayım söyler misin? Mesleğine mi, tahsiline mi, arabasının markasına mı, karakterine mi, ruhuna mı? Bu yaşta bir erkeğin nesine bakılır ki yakışıklılığından başka?

Haklısın. Senden çok şey öğrendiğimi ve seninle sohbet ederken çok keyiflendiğimi itiraf etmeliyim. Öyle keyif vericisin ki; keşfedilmen yakındır. Kapılıp gitmen an meselesi biliyorum. Bana göre olmadık, sana göre olduk birine.

Haklısın dediysem, öyle sakince durup, senin büyüyüp serpilmeni bekleyeceğim sanıyorsan yanılıyorsun bebek. İstediğim gibi bir genç olacaksın.

Halil Cibran şöyle demiş gerçi ama: 'Çocuklar sizin çocuklarınız değil. Onlar kendi yolunu izleyen hayatın oğulları ve kızları. Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler. Ve sizinle birlikte olsalar da, sizin değiller. Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.'

Olabilir! Halil Cibran'nın doğurduğu eserleri ve sevgi dolu aklını pek severim sevmesine de; ancak sen benim yarattığım bir şeysin, Halil bey'in değil. O ne demiş, bu ne demişe bakarak bir yere varamayız bebek. Biz kendi işimize bakalım.

- Troya hakkında ne varsa bilmek istiyorum.
- Önce mitoloji'yi anlayarak başlamalısın.
- İlyada'dan mı?
- Hayır. Ege'yi anlamak ve Ege'ye aşık olmak gerekir mitolojiyi tam anlamak için.
- Ne demek bu?
- Önce Ege ve havzası bilinecek, sonra Ege masalları okunacak...
- Yani önce Coğrafya.
- Evet. Önce Coğrafya, sonra Tarih, sonra Edebiyat ve...
- veee AŞK!!
- Önce dediğimi yap, sonra ne halt edersen et. İster destan gibi yaşa aşkı, ister aşkın destanını yaz.

Sana ne anlatırsam anlatayım aklın fikrin hep o yakışıklı çocukta. Kitap okumanın, kendini yetiştirmenin faziletlerini, ekvatorun teğet çizgisini, hayatın gerçeklerini anlatsam beni dinleyecek misin ki? Elbette ki hayır. Değil mi ki gençsin, gerçekleri sevmezsin; öyleyse masal anlatmaya devam.

- Doğumunu anlatayım sana istersen.
- Gerçekten anlatır mısın? Hiç anlatmazsın böyle şeyleri, sanki hiç doğum yapmadın.

Annelik değil ki anlatacağım şaşkın. Nasıl anne olduğumdan, ne kadar sancı çektiğimden bahsedecek değilim. Annelik ile doğurmak aynı şeyler mi sanırsın yoksa... Sadece kadınlar doğurur sanıp; doğumu, bedeninle sınırlayıp, 3.5 kiloluk bebek mi sanırsın.

Yanılırsın kelebeğim... Böyle düşünürsen sen de pek çok kadın gibi yanılırsın. Doğum can yaratmaktır; bedeninden birini çıkarmak değil. Sev ve derin düşün. Sen de doğurur, sen de bir can yaratırsın.

- Sadece annelerin doğurduğunu düşünmenin bir yanılsama olduğunu, doğumun her türlü yaratma olduğunu, insana can katan şeyin ruh olduğunu, ruhun sevgiye arzulu olduğunu, sevgi'yi annelikten daha kutsal bulduğumu sana nasıl anlatabilirim bilmiyorum.
- Anlat.
- Bak tatlım, doğurmak, sonsuzluk ve ölümsüzlük özlemidir. Çoğalmak arzusu değil. Sevgi ise ölümsüzlüğün ta kendisidir. Bu mantıkla ister kadın olsun ister erkek fark etmez, sonsuzluk özlemi olan, her insan doğurabilir.
- Yani doğmak ölümsüzlük demek öyle mi.
- Hayır doğmak değil, doğurmak....
- Karışık. Ben yakışıklı birinden doğurmak istiyorum.
- Doğru düşünüyorsun. Güzel olana ilginin sebebi estetik bir kaygıdan değil, içgüdüsel. Genç bedeninin sana cilvesi.
- Sahi mi?
- Maalesef. İyi gen, güzel nesil arzusu, bir nevi hayvansal içgüdü. Ruhun doğurmak istemeye başlayınca gelişip, değişeceksin.
- Ruhum ne zaman doğuracak?
- Bekle, daha vakit var. Sadece dış görüntün değişmez bebek, içi de değişir insanın zamanla. Hepsinin sırası var.
- Sırada ne var?
- Genç olmak, güzel bedeninden, güzel beden doğurmak için; güzel bir bedene aşık olmak.
- Ruhum kime aşık olacak, doğurmak için?
- Ruhun doğurmak istediğinde eşsiz bir ruh isteyeceksin yanında, güzel bir beden değil. Bunun için de önce güzel bedenlerin birbirinin aynı olduğunu anlaman gerek. Gençken hiç kimsenin ileride nasıl bir ruha dönüşeceğini kestiremezsin. Orta malı sevgi düşkünleri gibi büyümeyip, gelişeceksin. İstersen bütün yakışıklıların ileride eşsiz bir ruha dönüşmesi için dua bile edebilirsin.
- Dalga geçiyorsun yine.
- Kesinlikle değil. Hem eşsiz hem fiyakalı bir ruha kim itiraz edebilir ki?
- Ruhum doğurduğunda ne olacak peki?
- İlyada gibi eşsiz bir destan ya da Homeros'un ki gibi eşsiz bir hayat.
- Yine masal anlatıyorsun, uyuyayım da yabana gitmesin bari. Belki rüyamda bir yakışıklı görürüm.

Uyu bebeğim evvel zamanlar içinde, prens masalları ile uyu da büyü. Ve gelecekte bir sabah; eşsiz ruhlara özlemle, gencecik uyan...

Gün doğdu

Üç gün önce annemden kardeşim çıktı. Tıpkı maymuna benziyor. Çok çirkin.
Dün gece hiç uyumadım. Kardeşime isim düşündüm, bulamadım. Gece uzun sürdü, karanlıktan korktum. Uykum da korktu. Kaçtı. Karanlık azaldı. Biterken karşımızdaki tepedenin arkasından biri fener tuttu. Sonra bir top çıktı tepeden. Tıpkı kardeşim gibi kırmızı suratlıydı. Ama çok güzeldi.
Kardeşime isim buldum. 'Gündoğdu' olsun dedim. Annem güldü. 'Kanyon olsun. Babanla orada bira içerdik' dedi.
Hiç bir şey anlamadım...

4 Nisan 2011 Pazartesi

Uykumda sayıklarım ben

Gecelerden dün gece uyuyamadım, İstanbul Boğazı'nda dolaştım. Kendimden yorgun düşüp rüya içinde rüyaya daldım. Yaşlı bir otelin beşinci kat balkonunda, turuncu güneş altında ışıl ışıl yanan allı pullu kadife bir balıktım. Sağa baktım sola baktım. Rüyadaydım. İçinden hayal yüklü gemiler geçen mavili deniz karşımda, küçük koyda salınan teknelerin beyazlı yelkenleri arkamda duruyordu. Önce uçsuz bucaksız deli derinlere, sonra bir de aşna-fişneli koyun koynunda uykudaydım.

Rüyaya hangi kıyıdan dalayım bir türlü karar veremiyordum. Aşağıda uzak yoldan gelmiş arabanın şehre yabancı plakasını okudum. Motor susalı çok olmuş ama içi soğumamıştı, sıcacık bir 'merhaba' duruyordu dikiz aynasında. Birden nasıl olduysa oldu, denizden gelen bir ses duydum.
 Denizin içinde deniz gibi bir denizci 'Gel' diyordu bana.

- Sen kimsin?
- Seninle aynı rüyayı gören adam...
- Nereye gideceğiz?
- Mavi denizlerin, altına...
- Rüyadayım ben, gelemem.
- Gel... Bu rüya ikimizin.

Etrafa bakındım, görünürde kimseler yoktu. O sabah şehir nasıl da güzeldi. Yükseklerde beyaz bulutlar, havada bir başka tazelik vardı. İçim rahat, hiç uyumadığım uykumu çoktan almış, yıllardır mavi suda masmavi suya hasret gibiydim.

Allı pullarımdan soyunup, boğazın tüm rengarenklerini bırakıp denize daldım. Gözlerimi şehrin ay ışıklarına, mor salkımlarına kapadım. Kendi rengimi bulana, denizde yok olana kadar gözlerimi hiç açmadım. Gözlerimi açtığımda herşey yeni, herşey değişmiş gibiydi. Ne yelkenlilerin beyazı aynıydı, ne Emirgan çileğinin tozpembesi, ne boğazın korularının nefti yeşili, ne de Mayıs erguvanlarının eflatun nefesi. Hayal maviydi. Ben çırılçıplak.

Önce ben gülümsedim ona, sonra o bana. Konuşmadan günlerce, yıllarca derinlere yüzdük. Denizin arka bahçesine uzandık bir ara. Bahçede mavi ağaçlar vardı, mavi kuşlar, mavi bulutlar ve mavi huzurlar. Kimdik? Adımız neydi? Eski hikayelerimiz ne renkti? Hiç sormuyorduk.
Boş bulduğumuz bir istiridyenin içinde birbirimize saklanıp rüya içinde aynı rüyaya daldık.

Gülümseyen gözlerimden sevdalı inciler dizi dizi iniyordu yanaklarıma rüyaya uyandığımda. Çıplak bedenime dolanan iki sıra istiridye kolyeyi benim için bahçeden toplamış, ben uyurken boynuma takmıştı. Elimden tuttu, beni mavi menekşe derinlere doğru usulca çekmeye başladı. Daha derine, daha derine, en koyu maviye. İçimde büyüyen inci bizi kurşun gibi en mavi derine çekiyordu. Mavi koyulaştıkça kaybetmekten korkuyordum. Belki de kaybolmaktan...
Dibe indikçe adımı fısıldayor, kulaklarıma basınç yapan fısıltılar beni kendine sarhoş ediyordu. Kendi ağırlığımdan kurtulamıyor, korkuyordum.

Karşımızda binlerce renkli bir 'deniz kuşağı' belirdi. Nasıl anlatsam? Hani sanki altından geçiversek rüya bitecek gibi bir histi. Tam altından geçecekken, birden yüzeye çıkmak istedim. Kendimden kaçmak, deniz kuşağının altından geçerken tutacağım dilekten kurtulmak. Belki de kazanmak...

Koluma usulca dokundu... İttim, tekmeledim, incittim. Rüyanın bitmesi için bitirdim.

- Gitme...
- Korkuyorum.
- Neden korkuyorsun?
- Yıllarca sürmesinden.

Hemen uyanmazsam bu rüyanın yıllarca süreceğini o an hissetmiştim. Derinlik sarhoşluğum gittikçe artıyordu. Başım dönüyor, uykum ağırlaşıyordu. Düş göremez, rengarek düşünmez olmuştum.. Anlatamadığım bir mavilikti yaşadıklarım.

Onu gerçeklerinden kan kırmızı kıskanıyordum... Gitmeliydim.

Ne dediğini bile dinlemedim ve hızla suyun yüzüne doğru yok olmaya başladım. Yüzeye yaklaştıkça göz alan aydınlık birden kararmaya başladı. 'O' gözden kaybolmuştu. Artık görünmüyordu. Deniz mavisi sular karanlık, ben güz sarısıydım...

Karaya çıktığımda şehir güz ben buz kesmiştim. Üşüyordum. Ayakta duramayacak kadar sarhoştum. Tutunduğum yeşil ebruli ağaçlar, sararmış kavruk yapraklarını yola bırakıyorlardı. Ağır geliyordum asırlık renksiz ağaçlara. Kendimi de taşıyamıyordum artık. Bir ağacın dibinde, toprağa oturup bir süre soluklandım. İçimde büyüttüğüm mavinin ağırlığında denizi daha çok özlüyordum. Hazan sağnağından ıslaktım, kurunamıyordum. Beni tek nefeste yirmibin fersah dibe indiren o rüya neydi. Tam tabirini bulamıyordum. Rüyalarımı durdurabilir, olayları değiştirebilirdim. Bunu daha önce defalarca yapmıştım. Yine yapmalı, çocukluğumun turkuaz koylarını görmeliydim ya da gençlik yıllarımın leylak sokaklarını. Büyük beyaz kuşun peşinden göklere uçmaya çalışmalı ama bir türlü uçamamalıydım. Rüyam, rüya içinde rüya gibi değil, rüya gibi olmalıydı. Bildik renklerin renkli rüyalardan biri gibi işte...

Beyaz kuşlar çoktan havalanmış, gençliğimin leylak sokaklarında merhabasız arabaların dikiz aynaları vardı. Havai mavi bir rüzgara kapılmış rotasız bir yelkenlinin dümen suyundan, çocukluğumun turkuaz koylarından yeniden rüyaya daldım. Rüyamda ak bir teknede allı pullu bir balıktım. Dalga ne yandan vurduysa o yana sallanan allı pullu bir balıkla, deli dumanlı şarabi sohbetlere daldım. Sohbetin sarı papatya falına bakarken birden denize düştüm. Ben mi atladım yoksa biri arkamdan mı itti seçemedim. Kır çiçeklerim ile denizdeydim. Çiçeklerim etrafa dağıldı, toplamaya çalıştım. Dağıldıkça renkleri solmaya başladı. Solmalarını görmeye kıyamadım, denizden çıktım...

Denizin tadını tuzunu içindeyken değil, çıkınca sevdiğimi; denizden bende geriye kalanı, denizden daha çok sevdiğimi hatırladım. Üstümden allı pullar döküldükçe tenim kayganlaşıyor, tuzlu tadından denizin yosun rengi kokusunu alıyordum.

Ter içinde uyandığımda ıslaktım ve üşüyordum. Hala rüyada mıyım diye kendimi kontrol ettim, hayır yatağımdaydım. Üstümdeki mavi atlas yorgan yere düşmüş, İzmir ayazı beni üşütmüştü. Ayılmaya, olanı biteni anlamaya çalışırken, arka bahçeden bir ses duydum.

- Boğazda, rüyaya daldığımız yerdeyim.
- Sen kimsin?
- Seninle aynı rüyayı gören adam.
- Rüyadan yeni uyandım, gelemem.
- Gel... Bu mavi ikimizin.

Gecelerden dün gece, mavi atlas bir yorganın altınına saklandım. Maviden korkak, rüyalara daldım. Rüyamda mavi benekli çirkin bir kurbağaydım. Bir daha uyanamadım.

23 Mart 2011 Çarşamba

Siz yoktunuz

Beni son durağıma götürecek olan yol, iki büyük fıstık çamının arasından başlayarak kıvrılıyordu. Büyük ve harap bir bahçeyi ortadan bölüyordu belli belirsiz. Az çiğnenmişti, belli ki fazla yolcusu yoktu. Ağaçlar yavaş yavaş tazeleniyorlardı. Kuşların sesini duydum, bir de hafif esintilerle kıpırdanan dalların uğultusunu.
Tek başıma gelmiştim. Bir teslim oluş gibiydi herşey. Hayatımın bu son yolunda tek başıma yürümek istememiştim. Siz yoktunuz o zamanlar, kimseler yoktu.
Ağaçların arasına gizlenmiş sarı boyalı büyük evden ses gelmiyordu. Bahçedeki bank da  boştu. Birkaç kat giysi ve dantel ipliklerden oluşan yarısı boş bavulu taşımak bile beni yormuştu.  Yeni hayatıma biraz dışardan bakmak,  soluklanmak istedim. Banka oturdum.  Evin kimsesiz pencerelerine baktım. Etrafa, ağaçlara, dallara, beni buraya getiren dar yola. Orada ne kadar oturdum bilemiyorum. Belki on dakika belki bir saat. Sarı evin kapısı açıldı sonra. Ayten hanımla,  Serpil hemşire  çıktı kapıdan. Beni içeri aldılar; içlerine... Burasının benim evim olmadığını dikte eden kuralları Müdür Bey’den öğrendim. Canım sıkıldı, sevmedim. Alışırsın dediler, teselli ettiler. Odama gittik. Sürekli birşeyler anlatıyorlardı ben duymuyordum. Duyuyordum da anlamıyordum  ya da. ‘Yalnız bırakın beni bir süre’ dedim. ‘Peki’ dediler gittiler. Pencereye yanaştım sonra, son durağıma. Sonraki hayatıma baktım. Bahçeye, bu bahar açmayan portakal ağacına, kestanenin altındaki banka. Terkedilmiş hayatlar gibiydi. Şanslıydım. Odamda kendime ait banyo, sabahı bekleyip, geceye arkadaşlık edeceğim büyük bir pencerem vardı.  Bizi unutanlardan,  ailelerimizden bizi uzaklaştıran, yalnızlığa açık; özleme kapalı  camdan kapı. Son pencerenin önündeyim  Samim Bey.  Pencereyi tıpkı tavsiye ettiğiniz gibi hafif aralıyorum. Dışarıdan gelen havayı içime çekiyorum, kalp ritmime iyi geliyor. Rahatlıyorum.
Siz yoktunuz o zamanlar. Odam havasızdı. Günler ağırdı. Yemekler  tuzsuzdu, meyvalar  soyulmuş bırakılıyordu tabağıma. Sonra siz geldiniz . Yemekler tuzlandı. Pencerelerden odaya taze bahar doldu. Günler geçer oldu. Meyvaları ağaçtan yer olduk.
Bunu size hiç anlatmadım. Geldiğiniz gün ben bir hayli üzgündüm aslında. Kahvaltıya inemeyecek kadar güçsüzdüm. Uykusuzdum. Peri için ördüğüm dantel perdeyi bütün gece örüp bitirmiştim.  Elimde paketimle, fıstık ağaçlarının arasından gelen her sese kulak kesilmiş onu bekliyordum.  Ama gelmedi. Elimde paketimle kırık dökük beklerken siz geldiniz. Bir anda kestanenin dibindeki bankta belirdiniz. Pencereme seslendiniz. ‘Merhaba’  dediniz. Gönlümü aldınız. Üzüntüm geçti. Bir hafta daha bekledim Peri’yi. Yine gelmedi. Siz beni teselli ettiniz. Elimi tutarak... Gazetede okumuştum, buralarda kalan insanlar yabancı oldukları bu dünyada kaybolmamak için, korktukları için elele tutuşurlarmış. ‘Kurallar yaşanan yerin doğal hayatı içinde geçerlidir, sen benim elimi tutmuyorsun, bana tutunuyorsun bunda hiç bir kötülük düşünme’’ derken samimiydiniz. Bir eli tutup yürümek, içinden geçenleri söylemek yalnızlığın kaçamaklarıydı; ruhların değil. Elinizi tutuyordum oysa. Kurallara rağmen elinizdi tuttuğum. Eşiniz hanfendiye karşı kendimi suçlu hissettim . Suçluluk duygusu beni eleverdi.
Dün birlikte diktiğimiz sarı gülü suladım. Henüz tomurcuk vermedi. Yeşil yaprakları taze. ‘Bu gül senin’ demiştiniz. Ben ise siz gibi suladım onu. Tıpkı öğrettiğiniz gibi, dibinden bir karış uzağa kalın bir dal parçasıyla hayat halkası kazıp, halkanın içini suladım. Suya yavaş yavaş, kendi hayat halkasından tadına vararak doydu. Birşey daha yaptım. Peri’ye ördüğüm perdeyi odama astım. İçeriye güneş hikayesiyle gelir olurdu. Görseniz çok beğenirsiniz.
Dün size yazarken odama geldiler, ışıkları kapatmam gerektiğini söylediler. Saat hayli geç olmuş. Farketmemişim. Işığı kapattım. Uyumuşum. Rüyamda Peri’yi gördüm. Gelin gittiğim Nişantaşı’ndaki evdeydim. Dantel perdelerimin püsküllerini onarıyordum ki... O’nu gördüm.  Caddeden karşıya geçiyordu. Karşı kaldırımda durdu pencereme baktı. Göz göze geldik.  Beni gördüğüne çok sevindi. ‘Kusura bakma gelemedim. İlk fırsatta geleceğim halacığım söz ‘dedi. Cevap vermek istedim ama olmadı, sesim çıkmadı. Ağzım açıldı, kapandı ama sesim çıkmadı. Ne sitem edebildim, ne çok sevdiğimi, özlediğimi söyleyebildim. Niyetimi söyleyemeden, içimden geçenleri duyamadan gitti.Gitme dur bile diyemedim. Sert bir rüzgar  kornijden sıyırıp savurarak yere yığdı dantel perdeyi. İçeriye serinlik girdi. Uyandım. Yorgan üstümden kaymış. Üşümüşüm. Biraz hastayım. Serpil hemşire ‘dışarı çıkmayın bugün’ dedi. Odamdayım. Pencerenin önünde. Boş banka bakıyorum. Cama nefesimi veriyorum, cam buğulanıyor. Buğuyu silmek için uzattığım elime bakıyorum. Yoksunuz... 
İki gündür hiç tadım yok.  Bugün bahçeye çıkıp gülü sulamam lazım. İyileşmeden olmaz dediler, biz sularız dediler. Ben sularım siz ellemeyin dedim. Ama gücüm yok. Hiç yok...
Bir hafta ne çabuk geçti. Kendime geldim sayılır. Sabaha karşı gizlice bahçeye ineceğim. Yarın Hıdırellez. Çocukluğumdan beri çok inanırım hıdırellezin sihrine. Bir keresinde babam üç dört aydır Ankara’daydı. Çok özlemiştim. Ne yapsam olmuyordu, gelmiyordu. Belki beni merak eder, gelir diye hasta numarası bile yapmıştım. Gelmedi. Hıdırellezde komşunun bahçesindeki gül ağacına bir dilek astım. ‘Hıdır baba, babamı getir’ yazdım ve bir ayakkabı çizdim. İnanır mısınız ertesi  gün okuldan geldiğimde kapının önünde babamın ayakkabıları vardı. Babam gelmişti. O gün bugündür hiç aksatmam. Mutlaka birşey dilerim. Gün ağarırken sarı gülün dalına asmak üzere bir bank resmi çizdim. Yanına da bir gül.  ‘Samim Bey’e acil şifa, bana da yaşama sevinci ‘ diye yazdım altına. Bir hayli düşündüm, başka iyi dilek bulamadım. En iyi dilek sağlık, sıhat ve neşe... Dilerim olur.
Büyük temizlik vardı bu sabah, bizi dışarı çıkardılar. Yarın da banyo günü. Hepimiz yıkanıp paklanacağız. Hiç içimden gelmiyor süslenmek. Ziyaretçilerimiz olacakmış haftasonu. ‘Anneler günü buraya çok gelen olur. Torunlar, evlatlar, kardeşler‘ dediler. Kulak asmadım. Kurallara uymak lazımmış. Fasıl gelecekmiş. Saçımı keseceklermiş. Berber gelecekmiş. Tırnaklarım boyanacakmış. Ellerimi ben bile tanıyamıyacakmışım. Umurumda mı? Artık ellerime hiç bakmıyorum ki... Hem de hiç.
Haftasonu burası çok kalabalıktı. Başım döndü biraz. Odamdan çıkmadım.
Dün, sarı gül açtı. Hem de iki tane. Çok güzel kokuyorlar.
Bugün dantel perdeyi pencereden kaldırdım. Yerine kalın bir keten istedim. ‘Yaz geliyor, güneş çok’ dedim.  ‘İçerisi karanlık olur’ dediler. ‘Olsun’ dedim...
Yaz geldi sayılır. Sıcak bana dokunuyor. Tansiyonum düşük. İştahım da azaldı. Epeydir size havadis veremedim. Herşey aynı. Sarı gül bir daha açmadı. İlaç yapılması lazım. Kendime geleyim hele...
Bu sabah yeni bir bey geldi buraya. Sürekli ağlıyor. Eşini kaybetmiş. Doktor oğlu bıraktı gitti. Sık sık gelirim dedi.  Kah karımı özledim diyor, kah evimi, kah Enver’i... Enver oğlu.  Çok ağlıyor. Yakında alışır. Susar. Bize karışır. Sessizleşir. Enver’e sahteleşir. Nazım beyin fıkralarına güler. Kurallara uyar. Beni sorarsanız  Samim bey , biraz huysuz oldum. Eskiye düştüm iyiden. Yenilerden birşey istemiyorum. Gelenleri tanımak bile. Yalnız kalmak istiyorum. Canım ne zaman isterse o zaman uyanıyorum. Ziyaret günleri süslenip salona inmiyorum. Tansiyon hapını içmiyorum.
Anlayacağınız,kurallara uymuyorum artık, umurumda mı? Yine de halılar yutuyor ayak seslerimi Samim Bey. Peri’yi, perdelerimi ve sizi çok özlüyorum. İyi ki girdiniz hayatıma Samim Bey. İyi ki girdiniz.

Julide
( İtalik satırlar sahibine, arası bana ait)

15 Mart 2011 Salı

ÇİZMELERİN GICIRTISI

Ayak parmak aralarımda sümüklüler yuvalanıp; yaslandığım yastıkların deseni sırtımda dövmeler yaratana kadar yayıldığım yazlıkçı hallerimden bir akşam üstü yine.

Güneş usulca yerini geceye bırakıyor. Güneş ışınları ile verdiğim 'mahrem olmadan marsık olma' savaşını yine kazanmış, sereserpe tuz kokulu yanık tenimi kumlarla örtüyor, sürekli balkonda geçen hayatlar nedeniyle aşırı gelişmişlik gösteren sınır komşuluk ilişkilerimi kumsalda geliştirmeye devam ediyorum. Yan komşu, arka komşu hepsiyle ilişkim mükemmel. Dün gece dağıtıma verdiğim Ali Nazik tabağı çok sükse yapmış olmalı. Herkesin bana bakışı değişmiş gibi görünüyor. 'Ellerine sağlık, bayıldı bizimkiler, tarifini versene?' diyen diyene... 'Aşkolsun, ne zaman istersen yaparım' diyorum. 'Patlıcanlar közleniyor değil mi?' diyerek ağzımdan tarifi alma çabalarını boşa çıkıyor; ser veriyor, sırrımı vermiyorum.

Yazlık yerlerinde komşudan gelen tabaklar hep problemdir. Gönderilen tabağı boş yollama hadisesi savaş sebebi bile olabilir. Biraz geç uyanmaya gör, tüm komşulara 'Günaydın' deyip kendi eşref saatini bildirmemişsen eğer çıra gibi yanmışsın. Beyaz peynir üzerine koyduğun kayısı reçelli ekmeği daha yutamadan balkondan burnuna uzatılan bir tepsiyle irkilirsin. Bir fincan orta kahve yanında reçelli ekmek şekline dönüşür kahvaltı menüsü.

Yazlıkların sesi ve rengi şehirlere benzemez. Motor gürültüsü, kapı zili hiç duyulmaz oralarda. Sadece susmayan cırganların ve çocukların sesi vardır. Temmuz'da ötmeye başlayıp Ağustos sonlarına doğru sesi sızlanmaya dönüşen cırganlar, gri başlarlar şarkılarına; sararıp susarlar. Ama çocukların sesi marsıklara dönüştüklerinde bile kesilmek bilmez. Ya paletleri kayıptır ya da en sevdikleri şapkaları. Ya bir arkadaşı havlusuna sümüğünü silmiştir ya da terliğini alıp kaçmıştır öbürü. Şehirde steril viyollerde yaşayan bu yumurtalar, rastgele otlara bırakılmış sahipsiz çamurlu yumurtalara dönüşürler kısa zamanda. İlk günlerdeki şaşkınlıkları üzerlerinden atar atmaz konu komşunun beslemesi haline dönüşürler. Top peşimde şopar olup tanınmayacak hale geldiklerinden onları tanımamazlıktan gelmek de kolaylaşır. Bütün sorumlulukları üzerinizden atıp tatilin keyfini çıkarmaya işte o zaman başlarsınız.

Oralarda hava bedava, su bedava, karpuzun kilosu beş yüzbin eski liradır. Kışın kaçırdığınız tüm filmleri yıldızların altında çiğdem çitleyerek iki milyona izleme olanağı da akşam sefası...

Bazı muayyen günlerde pazar kalabağı olarak ortalığa sergi seren günü birlikçiler gelir kumlara. Kabak gibi seçilirler bizim aramızdan. Kocaları bizim oramızı buramızı seyre dalar, çocukları bizimkiler ile geçici dostluğun ağır aksak ayarını tuttururlar akşama doğru. Bunlar ola dursun, kadınlar bol bulunmuş arap yağı misali güneş yağlarını baldırlarına yedire yedire sürünür dururlar gün boyu. Manitası ile gelenler ise besbellidir. Erkekler bize aldırış bile etmezken, kadınlar yeni ağdalanmış tenlerine erkeklerinin mütemadiyen sürdüğü yağlar sayesinde bal kabağı misali parlarlar.

- Kızlar adamı biriniz uyarın, yağı fazla sürdü kadına. Akşama zehirlenecek.
- Neden?
- Kızım bu kadar güneş yağı yersen ne olursun?.
- Deli!
- Vallahi bir arkadaşım selülit kremini fazla kaçırmış bir hatunu yerken zehirlendi.
- Sus kız rüzgar sesi olduğu gibi götürür, duyacaklar...

En renkli simalar ise kuşkusuz Alamancılardır. Memleket domatesine özlemle akın akın gelirler yazlık yuvalarına. Rüzgarlı havalarda kuma inip onları seyretmek işin en keyifli yanıdır. Şişme yatak, deniz topu; eşantiyon şemsiyeleri ve komik kolluklarından oluşan taşı taşı bitmez plastik malzemelerinin rüzgara kapılıp, suyun öte yanına deniz yolculuğunu izlemek kadar keyiflisi yoktur. Bizim kumların yağız delikanlılarının kolladığı anlar bu anlardır. 'Babaaaaaaaa! Deniz yatağım kaçtı!' diye kumda tepinen bir çocuk ve hafif sert esen poyraz onların arayıp da bulamadığı şeydir. Böyle anlardaki doğru zamanlama usta çapkınlığın ilk sınavıdır onlara. Zırlayan çocuk iyice dikkatleri kıyıya çekip, yatak da yakalanması zor bir uzaklığa erişinceye kadar beklenmelidir. Herşeyin bittiği anın start düdüğü niyetine, baba tarafından çocuğun ense köküne şaplak inmesine ramak kala da denize atlanmalıdır. Atladın atladın, yoksa bütün yaz makara olursun gençlik canavarına. Her yeni yetişen genç günün birinde vereceği bu sınava yaz boyu hazırlanır durur. Küçük çocuğun ablasına kim yazılıyorsa bu kez denize atlama sırası ondadır. Vakur bir eda ile kumdan kalkar, balıklama denize atlar. Heyecan dorukta bekler diğer kankileri, herşey ayarında, sırasında ve kusursuz yapılmalıdır. Yatağı tam elde etmişken elinden kaçırmak işin racanundandır. Yatakta cilveleşmeden olmaz di mi ama? Son bir depar ile yatağın önüne geçer ve avını yakalar. Kahramanının yolunu gözleyen kirpiği yaşlı, gözünün bebeği güleç küçük kardeşin yanına gelindiğinde, başı şevkatle okşanmalıdır. Babaya selam verilir en saygılısından. Ablaya da 'Bu memlekette ne delikanlılar var gördün mü bebek?' alt yazılı bir afilli bakış fırlatan genç, tam o anda kıyıya bıraktığı havlusuna yavuklusu gibi sarılır. Havluya tadını tuzunu usulca; kuma kendini sertçe bıraktımıydı tamamdır.
Akşama gençlerin kutsal kumsal ateşi etrafındaki çember daha da büyür, yaz aşklarının dumanı yasemin kokar; kalpler çizerek dolanır yaz melteminin koynuna, ayışığında dudaklar başka ballanır.

İşte böylesi masum insani kaçakların verildiği bir akşam üstüydü yine.
Bir kaç akranımla kumlara yayılmıs oradan, buradan, eskilerden, yenilerden konuşuyorduk. Aramıza bu yaz katılan yeni yazlıkçılar ile çoktan kaynaşmış; ziyarete gelen akrabalarının en sevileni ve en sevilmeyeni top-on listelerini ezber yapmıstık.
Yaz tatillerinin en güzel taraflarından biri de budur. Her yaz yepyeni biri ile dün tanısıp, bugün can ciğer kuzu sarması olup, yarın, bir daha ki seneye kısmetse gorüşürüz, diyerek ayrılmak.

Biz kimbilir yine hangi komşuya konuk bikinili hatunun sarkıt ve dikitlerini analize dalmıştıkki 'Kızlar yanınıza oturabilir miyim? Diyerek, Berrin teyze geldi.

- Gel Berrin teyze hoşgeldin. Misafirlerin gitti mi?
- Aman yazlık yeri bilmemin? Allah soframızdan eksik etmesin. Koca sülalesi hiç bitmez, biri gider, biri gelir. Oğulları çalıstı da aldı ya evleri gari, tepe tepe kullencekler illa. Biz sanki kordon boyunda mabadımızı gezdirdik bunca sene.
- Vallahi senin adam da zor biraz. Ne yemeği, içki sofrası, ne afrası tavrası ne de avanesi eksik değil.
- Her sabah dükkana yollarken, 'Allahım akşama kadar bir çıtır bulsa da ben de rahatlasam' diye dualar ile gönderiyom amma... Bakalım kısmet.
- Bak kırk kere söylersen olurmuş ona gore.
- Dilinden düşürmüyor taş gibi hatunları. Alsın da daş gibi başına çalsın.
- İlahi Berrin teyze adamın ahı gitmiş vahı kalmış, nereden bulacak çıtırı?
- Bulan buluyor anam. O da bulsun gari, yetti canıma.
- Yapma Allah aşkına Berrin teyze, çıtırlar 60'lıklara bakar mı?
- Bakmamı kız? Durun size bir arkadaşımı anlatayım da acık gülün
- Hadi anlat.

Tombul poposunun ucuyla iliştigi naylon hasırına iyice yerleştip, bir keyif sigarası yakmaya hazırlanıryorduki, birden kalkmaya yeltendi.

- Kızlar bi yol, koşup karpuz kesip geleydim, içiniz yanmıştır.
- Biz duruken? Aşkolsun. Ben keser gelirim şimdi. Hele sen şu hikayeyi anlat.
- Benim yaşlarda bir arkadasımın kocası bundan iki yıl evvel yirmibeş yaşında bir kıza kapılıp evi terk etti gitti. Bir üzüldükki sorman gari. Ama baktık arkadaşımız oralı bile değil, az bıraksan zil takıp oynayacak, içimiz ferahladı. Sakın boşama, dedik hepimiz. Bunca sene kahrını çektin. Gurur uğruna zil gibi ortada kalma kocamış yaşında. Yok, dedi. 'Asla boşanmam, veririm ilaç torbasını yanına yallah.'
- Boşanmazsa yine kapısına geri gelir, kız onu şutlar nasılsa iki gün sonra.
- Allahın emri tabii de, bizimkinin adamı geri almaya hiç niyeti yok. Keyfi hepten tıkır. Kendi ayarında bir yaramazlık yapaydı belki ama, artık nafile, diyor bizimki. Kadın haklı. Kumsalda birbirine yaslana yaslana anca yürürken, poyrazda kaçan deniz yatağını yüzüp de tutabilecekmiş gibi çoşup gitmek de neyin nesi?
- Mesnetsiz özgüven olmasın?
- Neyse, iki yılın sonunda geçenlerde kız bizim arkadaşı aramasın mı telefonla.
- Eee, bak edepsize...
- Demiski kız; 'Sen ne gurursuz kadınsın. Kocan iki yıldır benim koynumda ve sen hala onu boşamıyorsun'. 'Boşamam' demis. 'İstediğin gibi tepe tepe kullan'. Diye de eklemiş. Kız bunu duyunca hepten hiddetlenmiş. 'Sen ne biçim kadınsın hiç mi kıskanmıyorsun?'
- Ayol ne kıskanması kadın kafasını dinliyor dimi ama...
- Bizim arkadaş, bak kızım, demiş, 'Ben bu adamı aldığımda yirmi yedisindeydi. Taş gibi, kapı gibi adamdı. Yıllarca bana sabah akşam koçlar gibi kocalık yaptı. Ne diye kıskanayım şimdi seni?
Tam tersi senin için üzülüyorum bile; onun saçının pırıltısını, göğsünün gürültüsünü, çizmesinin gıcırtısını ben dinledim... Sana da; saçının döküntüsü, göğsünün hırıltısı ile götünün zırıltısı kaldı. İnsan üzülmemi buna? Neyini kıskanam ben senin, sen beni kıskan dur'

Sanal aleme, ibret-i alem niyetine sunulur...

5 Mart 2011 Cumartesi

Erkekler Sarışın Sever

Onbeş yıl kadar önce bir tiyatrocu arkadaşımla Beyoğlu’na gittiğim gün; o günden sonra tamamen değişeceğimi hiç aklıma getirmemiştim. Hızlı hızlı Beyoğlu sokaklarında yürürken, kestane kafamda sadece eğlenceli bir kaç saat geçireceğimden başka hiç bir heves yoktu. Aradığımız dükkanı vitrinindeki değişik renk ve tipteki peruklar sayesinde kolayca bulmuştuk. Arkadaşım o sezon oynayacağı rol için sarı bir peruk arıyordu, ben ise; kafama uyan tüm perukları denemek için can atıyordum.
Bir kaç peruk inceledikten sonra, sık dalgalı kırmızı kızıl peruğu görünce, birden içimde değişimin rüzgarlarını hissetmedim desem yalan olur. Kendimi değişimin sıcak rüzgarlarına bıraktım ve ayna karşına uçtum. Saç renginin bir insanı bu kadar değiştirebileceğine inanmak istemiyordum. Uzun, kısa, düz, kıvırcık demedim seçtiğim bütün perukları teker teker denedim. Aynada baktığım yüzün renkten renge, bambaşka bir havaya büründüğünü gördükçe değişmelere doyamıyordum. Simsiyah düz saçlar ile Malezyalı; Kızıl uzun peruklarla Danimarkalı; Kısa kumral saçlarla tıpkı annem gibi oluyordum. Tamam işte olan olmuştu, saçlarım yoldan çıkmıştı.

Bir ara dükkan sahibi elinde bir perukla yanıma geldi.
- Bunu dener misiniz lütfen?, dedi.
- Yooo!!! Diye bağırdım.. Amanın!!! İstemem!, O kadar da değil yani!.
- Durun bir dakika, siz bir deneyin hele. Bu renk ifadenizi yumuşatır, masum ve temiz bir ifade verir. Size bir kadınsı hava, bir zerafet verecektir. En kaba insanlar bile böyle bir kadına bağırmaya kıyamaz.
- Hadi canım!, bu ne böyle, renk mi? zerafet iksiri mi?

Bir kerecikten birşey olmaz, diye kendimi kandırıp, peruğu kafama prensesler gibi bir kaç yardımcı eşliğinde taktım. Daha peruk kafama geçmeden ilgi ve alakadan sarışınlığın ne menem bir şey olduğunu anlamam gerekirdi aslında.
Peruk kafama geçer geçmez sanki bir mucize oldu. Saatlerdir dükkanı gülmekten kırıp geçiren haylaz kız gitmiş yerine bir melek gelip oturmuştu sanki koltuğa. Gerçekten de o yüze baka baka ne 'Hopp!' Diyebiliyordum ne de 'Süperrrr!' Diye çığlık atabiliyordum. Görüntüyü beğenmesem bile bu surata dil çıkarmam mümkün değildi. Fısıtlıyla karışık 'çok hoş' diyebildim sadece. O an anladım ki beni böyle haylaz, ele avuca sığmaz, madrabaz yapan kestane kafammış.

Kafanızda bir demet papatya ile ne şen kahkalar atabilirsiniz, ne de bakkala 'bir tane ekmekkkk!' diye bas bas bağırabilirsiniz. Zorunlu zerafet, şuursuzca bir hoş olma haliydi sarışınlık. Hamur gibi bir ifade; şevkat yanaklarımdan patladı patlayacak. Gülüşüm bile ağladı ağlayacak, hani sanki uykuda bir gülen bir ağlayan masum bir yavru melek... Kadın değil, bebek, bebek!!.

Kendimi kadın kılığında görünce sarsılmadım desem yalan olur. Kırılgan ve sokulgan bir havam olmuştu. Hani biri dönüpte bana aptal sarışın dese hemen ağlamaya başlayacak gibi bir halim vardı. Kafamdan fırlatıp attım hemen o sarı şeytanı. Dükkandan çıkarken olduğumdan daha beter, vahşi bir kızıl olmaya doğru berbere koşuyordum. Arkamdan dükkan sahibi hala aynı şeyi söylüyordu.
'Sarıya boyayın saçlarınızı, beni dinleyin; görün bakın hayatınız nasıl değişecek!'.

Bir süre kızıl hatta kıpkırmızı, bir arada toz pembe saçlar ile dolaştıktan sonra; birgün birden içimde kuvvetli bir değişim rüzgarı esmeye başladı. Her türlü renk ve model denenmiş; nihayet beklenen son gelmişti. Ve sonunda birgün kendimi sapsarı bir huri gibi berberin kapısını nazikçe kapatırken buldum. Sarının en sarısı işte, öle röfle falan değil, bildiğin sarı gacı. Peruk satan adamın 'Deneyin hayatınız değişecek' derken neyi kast ettiğini kırkyıllık kasabın beni kapılara kadar uğurlamasıyla şıp diye anladım. (Bir de sarışınlara aptal diyorlar, tam tersi sarı saç zihin açıyor).

Beni bal gibi tanıyanlar, tanıyamazken: bal peteği gibi olunca tanımadığım ne kadar adam varsa beni tanırmış gibi bakıyordu. 'Deminden beri bana bakıyor bu adam, beni bir yerden mi tanıyor acaba?' Sorularını atlatma dönemim, derin mevzuyu kavrama sürem ve bu hoş duruma alışmam hayli uzun sürdü. Sonunda anladım ki; ben de artık bir aptal sarışındım. Bütün hürmet ve kıyamet gibi kısmet esasen bana değil, kafamaydı. Artık benim için 'Kafalı kız, onu çok beğeniyorum' demekte nihayet haklıydılar. Süper bir kafam vardı.

Kestane kafamla gezerken hiç yaşamadığım bu kısmet patlamasının başka türlü izah mümkün değildi, efsane doğruydu, erkekler sarışın seviyorlardı. (Kadınlar bile hatta).

Meseleyi kavradım ya, hemen boşta gezen kız arkadaşlarıma acilen sarışın olmalarını ögütlemeye başladım. 'Son kullanma tarihiniz dolmadan derhal aptallaşın.'

Bir kaç yılımı sarışınlığa adadıktan sonra kendimi gerçekten aptal gibi hissetmeye başlamıştım. Sarışın olacağım diye berbere akıttığım para ayda 100 dolar civarındaydı, sık sık fön parası da cabası.. Elbette daha ucuza da sarışın olmak mümkündü ama malesef sonucu da pek ucuz oluyordu. Ucuz bir sarışın olacağıma, adam gibi hem akıllı, hem kestane gezerim daha iyi dedim, vazgeçtim sarışın olmanın nimetlerinden.

Sonra kafama bir soru takıldı. Ortada bir aptallık olduğu kesindi ama aptal olan kimdi? Aptal sarışın olmak için servet harcayan kestaneler mi?. Sarışın genli kadınlar mı? yoksa erkekler mi?

Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Saçlar kestane diye oluyordu bütün bunlar aslında, kafa çalışmaya başladı tabi renk değiştirince. (Sarışınlar malı götürsün, sen kim akıllı diye düşün dur. Akıla bak?.)
Gün gelir de bir gün çifte kestane genlerden sapsarı bir kız doğurunca (!?) konuya daha çok takar oldum. Kendi kendime düşünüp durdum uzunca bir süre. Sonunda bir çıkış yolu buldum. Aptal görünmek için bu kadar para harcayan kestaneler sarışınlardan nasıl daha zeki olabilirlerdi ki?. Yoksa şu 'aptal sarışın' denen kadın cinsi boyalı sarışınlar, yani kestanegiller miydi?. Öyle ya, aklı başında insan tonla para verip aptal görünmek ister mi? Bu aptallığın daniskası değil mi?.

Hayır kestanecim değil!. Çünkü gerçekten erkekler sarışın sever. Bizzat denedin gördün üstelik. Yıllar evvel peruk satan adam haklıydı, sarışın kadın ne derseniz diyin daha bakımlı görünüyordu. Saçına bu kadar bakan eline ayağına, orasına burasına da bakıyordur diye düşünüyordu insan ister istemez. Yapılan araştırma sonuçlarına göre sarışın kadının erkekler arasında ilgi görmesinin temel sebebi de daha seksi olmaları değildi zaten.

Sonuçlara bakınca anlaşılan o ki, meğer, 'sarışın kadın' eşittir, kişisel bakım; o da eşittir 'mis gibi kadın' duygusu veriyormuş. Ayrıca koyu saç bir kafa daha erkeksi, daha sağlam durduğundan bu da erkekleri rahatsız ediyormuş. Sarışın kadınları yumuşacık, minicik bir civciv olarak görüp, daha sevecen ve nazik yaklaşıyorlarmış sarışınlara.
Ve erkekte sahip çıkma , koruma duygusu yaratıyormuş bu güneş ışıklarından bile korunmasız mağdur kadın. Dahası kadının güçsüzlüğü karşısında kendini üstün ve dünyada işe yarar bir birey olarak hissettirdiği için erkek egosuna da iyi geliyormuş sarışınlar. (Vahki vah)
Sarışın kadınlar güçlü, akıllı, bilgili, becerikli görünme yolunda bir çaba harcamadıkları gibi adlarının 'aptal sarışın'a çıkmasını da hiç dert etmiyorlarmış. Dünya üzerindeki araştırmalardan çıkan sonuçlar böyle, ben uydurmuyorum kestane kafamdan.

Şimdi bu durumda ben sarışınlarda bir aptallık değil, tam tersi bir cinlik seziyorum.
Zaten sarışınların oyununa geldiğini anlayan bazı erkekler bir hareket başlatmışlar. Liberter Erkek Hareketi adı verilen bu görüş, şu felsefe üzerine yoğunlaşmış durumda: Kadınların "masum" ya da "salak" olmadıklarını, tercih olarak, daha konforlu bularak, "aptal" olmayı seçtiklerini dile getiriyorlarmış. Hazırda bulunan bir aptal imajına bürünerek istediklerini elde etmenin kestirme yolunu bulduklarını söylüyorlarmış.

Sarışınlar kesinlikle cin!. Yanılıyorsam yorumlarda vurun yerden yere beni ama ikna edemezsiniz o başka..

Sarışınların cin olduğu konusunda yanıldığıma ikna olmuşsam, bilin ki tam tersine yani sarışınların aptal olduğuna da inandım ve iyice zıvanadan çıktım demektir.
Sarışınlar aptaldır; aptal seven erkekler de aptaldır; öyleyse yeryüzünde tek akıl sahibi olanlar: 'Kestane kafalı kadınlardır' noktasına kadar varır bu tepişme.

'Yok ben kestane kafa severim' diye, öyle kendini akıllılar sınıfına sokmaya çalışanlara da hiç inanmam bilesiniz?. Denedik gördük herhalde.

Konu ile ilgi bir çok araştırma var ama hiç söz konusu edilmeyen bir yönü daha var bunu da söyleyip gidicem. Biliyorsunuz bu konu (eski bir kestane olan) Marilyn Monroe'nun 1953 yılında çevirdiği 'Erkekler Sarışın Sever' adlı filimden sonra 'kendini gerçekleştiren kahanet' olarak dünyamızı sars gibi sarmıştır. Bunda tuhaf bir şey yok. Tuhaf olan bu sarışın hastalığının bilim adamlarına da bulaşması. İnanılmaz bir şey ama koca koca bilim adamları otumuşlar bununla uğraşmışlar dünyanın dört bir tarafında. Bilim bile aptallaşmış sarışın kadını görünce anlaşılan. 'Sarışınlar aptal mı?' diye sorunca insanın aklına sarışın olan herkes gelir dimi?. Yani Normali budur... Yani sarışın bir 'gen' gelir normal olarak. Yani benim aklıma bu geliyor. Bilimin aklına ise, sarışın diyince sadece sarışın kadın gelmesi hayret verici. Ne yani, sarışın erkek yok mu bu dünyada? Bu araştırmalara sarışın erkekleri de dahil etmeden 'sarışınlar' başlığı altında bir bilimsel sonuç nasıl çıkar anlamak mümkün değil. Sarışın erkeklerin aptallığı konusunda herhangi bir veriye veya araştırmaya ben rastlamadım, raslayan varsa beni bilgilendirsin acilen. Özellikle bunu sarışın kadınlarımızdan bekliyorum.

Eğer ben, 'Aptal Kestane' diyen bir dünyaya doğmuş olsaydım, çoktan ortaya çıkıp 'erkek kestanelere de bakılsın' diye, ortalığı ayağa kaldırırdım. Anadan doğma sarışınlar niye susuyorsunuz allahaşkına?. Hakikaten aptal mısınız yoksa?.

27 Şubat 2011 Pazar

Riya cehenneminden kaçış

Kafamda ne zaman bir kurnaz tilki dolanmaya başlasa, onları ait oldukları yere bırakmak üzere kendimi hayvanat bahçesinin kapısında bulurum. Burası neredeyse her öğlen geldiğim tamamen bana ait bir yer. Kafeslerin yerlerini ezbere biliyorum. Yiyecek reyonlarını, meydandaki fıskıyenin dibindeki bankı elimle koydum. Fazla büyük olması sorun gibi dursa da, büyük kaçışlara büyük alanlar gerekli olduğu da bir gerçek.
Şu anda eşi ölmüş tek başına kalmış  dişi bir maymundan daha hırçınım. Çığlık çığlığa bağırarak kafesimden kaçmak istiyorum.  Tek ihtiyacım neşeyle zıplayıp dört elle tutunabileceğim uzunca sağlam bir dal. Oysa oyunun kuralı açık. Tutsaklıkları kaderleri olsun istiyorsanız onu en sevdiği şeyden mahrum edin. Sakın ola yüksek ağaçlar koymayın kafesine. Uzun sarmaşıkları kafesin kenarlarına dikerseniz maymunlar daldan dala atlayarak kaçar. Kısa güdük ağaçlar giderek onlardaki özgürlük duygusunu köreltecektir. 
Bir an için maymun olduğunuzu düşünün ve daldan dala atlama içgüdünüzle zıplayın. Neşeyle havalanın. Tutunmak için sarıldığınız şey buz gibi bir demir çubuk olsun.  Metalde kaymamak için avuçlarınızı iyice sıkın, canınız yansın, bir türlü kendinizi kaymaktan kurtaramayın ve çubuğun dibine yığılıp kalın. Zıplar mısınız bir daha?  Siz de tıpkı maymunlar gibi öylece bakarsınız gelene geçene işte.
Az ilerde atlar var. Ne uçuşan yeleleri var, ne de terlemiş kadife karınları. Sadece atlar var. Onların sanal dünyasının mutluluk reçetesi ise içi boşaltılmış küspe, bol saman ve at koşturabilecekleri kadar büyükçe bir alan. Oysa en romantik anların, dört nala özgür ruhların vazgeçilmezi değil miydi onlar? Bize anlatılan hikayelerdeki özgürlük, kanatlarını açmış mavilikte süzülen bir beyaz kuş; yelelerini savurarak toz bulutunun ardında beliriveren beyaz bir kısrak değil miydi?
Ne tuhaf, ne zaman özgürlük arayışı içimde büyüse kendimi bu tutsak hayvanların sanal dünyasında buluyorum. Kıramadığım soğuk zincirlerimi onların kafeslerine sıkıca dolayıp, sonrada onların tutsaklıklarında buluyorum kendimi. Mış gibi yapılmış kandırmacaların şahikası, rüya gibi bir riyanın içimde yarattığı hüzün bahçesinde, peri masallarının; vahşi orman hikayelerin hayvan mezarlığında kendime eğlence aranıyorum.
Filamingo kafeslerinin arkasından gelen büyük şamata beni kendime getiriyor. Alkış kıyamet derler ya biraz o cinsten. Belliki buralardaki insanlar mutlu, mutluluğun sesine yöneliyorum. Filamingolar bulanık suyun kenarında öylece duruyor. Ne yaparsan yap bu tuhaf kuşları yüzde yüz mutlu etmek imkansızdır diyor tecrübeliler. Sesin geldiği tarafa yöneldiğimde beni önce hediyelik eşya dükkanları ve onun hemen önündeki çocuk parkı karşılıyor. Yunus gösteri parkının ne kadar çok müşteri çektiği düşünülürse pazarlama fikri olarak harika buluyorum.Bizim aslan kral düşünmüşte bulmuş kadar akıllıca. Dersime iyi çalışmışım. Karlılığı arttırmanın formülünü hemen keşfediyorum.  Aslan kral, bizim ofis görünümlü kafeslerimizde mutlu yaşamamız için hiç bir fedakarlıktan kaçınmayan büyük patron. En iyileri, piyasadaki en seçkinleri topladığı bahçesinde bir dostluk, bir bayram havası ki varki sormayın gitsin. Herkes mutluluk sarhoşu, bilaistisna herkes işine güce gücüne müptela...
Birazdan salıncakta sallanmaktan tepe sersemi olup, annesini kaybedip salya sümük zırlayan bir çocuğun dibimde belirmesi an meselesi. O gelmeden yoluma devam ediyorum.
Biçare bir çığlıktan kaçarken, başka bir divane tutsaklığa kavuşuyorum. Ayaklarında kalın zincirler ile bir kaç metrekarelik mutluluk alanına tutsak edilen bahçe fili bir o yana bir bu yana gidip geliyor. Zincirinin yerde sürünürken çıkardığı ses ağlamaklı. Orman hikayelerinin kahramanı demirden kafeste, masalların neşelisi uçan fili dumbo ise bir demir yığını olarak karşımda heykel gibi sırıtıyor.
İçim iyiden iyiye sıkıldı. dumbo heykelinin altındaki bankta arkama yaslanıp, etrafı seyretmek fena fikir olmayabilir, belki biraz açılırım. Etraf kalabalık ve çok gürültülü. Kafesinden bakıcısına, ayısından domuzuna tüm ehli vahşileri ile tıpkı mensubu olduğum baştan aşşağı riya, Rüya A.Ş.deyim hala. Hayatım bir hayvanat bahçesi gezisi mutluluğu kıvamında. Ehlileştiğin sürece iyi bir işin, sadık bir eşin ve mutlu minik pandaların var. Bir dala atlayıp zıplayıp kaçmak istersen yasak. Riya bahçesinde yasak rüya gibi bir hayat.
Birden ekranda beliren uyarı mesajı ile kendime geldim. ‘Game Over’ diyordu.
Size verilen sürede bir panda yavrusu ile beş mutlu tropikal kaplan yaratmalı, müşteri menuniyetini yüzde seksenbeş seviyesinde tutmalıydınız, yapamadınız yandınız anlamına geliyordu bu uyarı.
Bir kağıt çıkardım, aylardır alamadığım kararı aldığımı bildiren mektubu el yazımla yazmaya başladım.
Sayın Arslan Arslanoğlu’nun dikkatine,
Şirketinizde üç yıldır sürdürdüğüm İnsan Kaynakları müdürlüğü görevimden bugün itibariyle istifa etmiş bulunuyorum. İstifa sebebim şahsınızla alakalı olmayıp riya bahçesinizdeki maymunların cehennem dolu hayatına daha fazla seyirci kalamayışımdan kaynaklanmaktadır. Filamingoları mutlu etmek konusunda başarısız olmamın hemen yanındaki yunusların gösteri parkından yayılan klor kokusuna bağlı olabilceğini az önce fark ettim. Sizin neznizde Rüya Demir Çelik Sanayi çalışanlarına sevgi ve saygılarımı sunar, istifamın kabulünü rica ederim.
İmzamı atıp, kendi oyun bahçemden çıkmak üzere exit tuşuna bastım.
Ekran can alıcı soruyu sordu.
‘Are you sure, you want to exit without saving zootycon game?’
Yes!



(Yekta Kopan'la okuma yazma atölyesi /ödev:Hayatını Değiştirecek bir karar almak üzeresin. Mekan Hayvanat bahçesi)

25 Şubat 2011 Cuma

KOKOŞ PAÇASI ve MAŞA

Dün akşam telefon çaldığında, iki senedir haber alamadığım bir dostumu karşımda bulacağımı hiç düşünmemiştim.

- Alo!
- Babu!
- Maşa...
- Mehtap...
- Hey! Maşa, nerelerdesin sen?
- Dün geldim. Suyun öte yanında işliyorum.
- Seni çok özledim.
- Ben de seni Mehtap.

Bundan bir kaç sene önce, üç gün üç gece süren uzun ve zorlu minibüs yolculuğunun sonunda Laleli sokaklarında şaşkın ve ürkek kalakaldığı bir Eylül ayı akşamıydı bana gelişi.

O kadar yorgun, o kadar şaşkın ve o kadar ürkekti ki, yorgun bedenini koltuğun sırtına dayamaya bile çekiniyor, öylece bana bakıp, konuştuklarımızı anlamaya çalışıyordu. Aslında bakmıyor, gözleri ile konuşuyordu benimle. Sanki, "Yorgunum. Kırgınım. Korkuyorum. Meraktayım. Sen kimsin? Bana iyi davranacak mısın?", diyordu.

Gözlerime bakıp, bu evdeki yerini anlamaya çalışırken, sürekli yer sallanıyor, 17 Ağustos artçı sarsıntıların ardı arkası kesilmiyordu. İlk kez yabancı bir ülkedeydi, ilk kez yabancı bir evde uyuyacaktı, ilk kez ayrılmıştı sevdiklerinden, ilk kez hizmetçi olacaktı. Yer altından kayıyordu. Depremi hiç bilmeyen Maşa için bu kadar ilk fazlaydı. Korkusu arttıkça ela gözlerine yaşlar doluyor ve daha güzel oluyordu.

- Maşa sen çok güzelsin.
- Öyle mi? Sağol.

Otuz sekiz yaşında, balık etinde, pembe beyaz tenine inat siyah saçlı, eski zaman kadınları gibiydi. Küçük yaşta evlenmişti. Yetişkin iki çocuk annesi olması ona kendini yaşlı hissettiryordu. Kırklı yaşlar onun için kurtuluş yaşları demekti. Törelerine göre oğlu evlenecek, eve gelen gelin işleri yapacak o da kocamış bir kadın olarak köşesine çekilecekti. Oysa hiç tahmin etmediği bir şekilde giriyordu kırklı yaşlarına... Hizmetçi olarak. Bu kırgınlıkla çıktığı yolculukta yolu bana düştü işte nasılsa ve kendini ülkesindeyken aylarca alıştırdığı hizmetçi olma fikrini hiç bir zaman yaşayamadı. İki yılı birlikte geçirdik onunla. En belirgin özelliği hiç soru sormamasıydı, söylenen herşeyi sorgusuz kabul ediyor ve bir daha söylemene gerek kalmıyordu. Yıllarca yaşadığı devlet baskısından sonra burada kendini özgür hissediyor ama bu özgürlüğe asla alışmak istemiyordu. Sovyetler Birliği'nin parçalanması ile bir gecede fakir, bir gecede paraları pul olmuş bir halkın insanı, ayda otuz dolar maaşlı iyi bir ameliyat hemşiresiydi Maşa. Yıllarca nizamlı, intizamlı hastahanelerde dünyanın en büyük devletine mensup olduğu duygusu ile yaşamıştı. Burada geçirdiği iki yılın sonunda bir kez yorum getirdi olana bitene: 'Bizi kandırdılar, dünyaya gözümüzü kapatıp bizi yok saydılar, çok büyük bir devletiz, bize bir şey olmaz fikrine bizi inandırdılar. Sizin de durumunuz iyi değil, dikkat et Mehtap. İnan bir gecede Maşa olunuyor'.

Ameliyathanelerden "Kimbilir kimin mutfağına?", diye düştüğü yollarda iki küçük çanta taşımıştı yanında. Birinde birkaç kat giysi, diğerinde kitapları, aile albümü, yaşamına dair ufak tefek şeyler en nihayetinde. Burada gördüğü teknoloji ve moden yaşam onu hayrete düşürse de, hiçbirine alışmadı, sadece gerektiği için kullandı. Ülkesine geri dönerken valizine burada tanıdığı hiç bir lüksü koymamıştı, gelirken getirdiklerinin dışında çocukları için götürdüğü on kilo portakal bir de Türkiye'deki ailesinin resimleri vardı.

Gördüğüm en güzel el yazısı ile çocuklarına ve eşine uzun uzun mektuplar yazar, onlara Türkiye'deki meyvalardan bahsederdi. Onlardan gelen mektupları okumak için saatlerce odasına kapanırdı. Bazı geceler benim çocukları uyutup, onun yatağına oturur mektupları tekrar okur, resimlere bakar, sonra da birbirimize sarılır uzun uzun ağlardık. Mektupları onun her şeyiydi. O benim dostumdu, ben de onun.

Moldovya yakınlarında Gagavuzya'da yaşamıştı. Dini Hıristiyan olmasına karşın adetleri bakımından tam bir Türk'tü. Hıristiyandı, Hıristiyan olmasına ama Katoliklik diye bir mezhebin varlığından bile habersizdi. .Dini gibi lisanıda karışıktı. Türkçe ile bazı kelimelerin ortak, ama anlamlarının bambaşka olduğu lisanı onu daha sevimli yapıyordu. Bazı kelimelerin onların dilindeki karşılığı ile bizdeki karşılığının yarattığı farklılıklar sık sık sorunlar yaşamamıza sebep oluyor, bu sorunlu kelimeler beni güldürürken, Maşa'nın utançtan odasına kapanmasına sebep oluyordu.

Başımıza en çok sorun çıkaran kelime ise 'düzmek' fiili ile ilgiliydi. Her türlü yapmak, düzeltmek, dizmek gibi fiiller için tek bu fiil kullanılıyordu.

Bir gün buzdolabı bozuluverdi. Sağını solunu, fişini kordonunu kurcalayıp, yapamayınca bakım servisini çağırmıştık. Allah için haklarını yemeyelim şimdi, şıp diye geldiler. Kapı çaldı. Maşa koşup açtı. Kısa bir sessizliğin ardından Maşa'nın beni çağıran sesini duydum:

- Mehtap, buzdolabını düzmeye geldiler!
- Al içeri Maşa!

Buzdolabını düzüp gittiler gerçekten, bir daha çalışmadı.

İki sene boyunca Maşa'nın sayesinde evde düzülmeyen hiçbir şey kalmamıştı. Çamaşırlar, tabaklar, kitaplar, oyuncaklar. Dağılmış, ortada duran herşeyi düzüyordu kendi lisanınca.

Bir gün ütü bozuldu. Eve sıkça gelen eski bir dosttan yardım istemiş, ama bir cevap alamamıştı Maşa. Cevabı bırakın, hafif de ters ters bakmıştı.

- Bu Cemil Bey ne acayip adam. Birşey sordum, cevap bile vermedi.
- Ne sordun?
- "Cemil Bey, siz ütü düzer misiniz?", dedim, şöyle bir suratıma bakıp kafasını çevirdi, cevap bile vermedi..
- Ütü dediğine emin misin?
- Babuuuuuu! ,

Cemil prensip sahibi adamdır, tüm ısrarlarıma rağmen ütüyü düzmedi, yenisini aldık!

Maşa'nın yaşgünü yaklaşıyordu. Malum, çocuklar için en önemli faaliyetlerden biri yaşgünü kutlamalarıdır. Açılmayı bekleyen sürpriz paketler, evdeki kurabiye kokusu, durmadan çalan kapı zili, pasta mumlarının alevi, ardı ardına patlayan flaşlar. "Ne kadar çok doğmuş insan, o kadar çok doğum günü partisi fırsatıdır" felsefesini benimseyen çocuklar, Maşa'ya bir yaşgünü partisi düzenlemek istediler. Maşa için özel bir gün! Harika bir fikirdi gerçekten. Maşa da bu özel gün için, özel bir yemek yapmak istiyordu. Damağıma hitap edip etmeyeceği karanlık dursa da, ruhuma pek uygun olduğu yemeğin adından belliydi: Kokoş Paçası!

Maşa, Moldovya'dan gelen arkadaşlarına çeşitli yiyecekler sipariş ederdi. Dolayısıyla, biz de Rus mutfağına özgü bazı yemekleri tatmıştık. Ev yapımı şaraplar, domuz sosisleri, yişmik dedikleri bir tür çökelek ve pek çok kurutulmuş veya turşu yapılmış sebze neredeyse hiç eksik değildi evde. Yılın altı ayı kar altında yaşanan bir ülkede soğuktan pek bir şey yetişmediği için, Rus mutfağı neredeyse kurutulmuş ya da turşu suyuna yapılmış yemekler demekti. İtiraf etmeliyim ki, hepsi nefis olmasa da, bazı yemeklerin, özellikle de pek sinir bir lahana yemeği olan kapuskanın, lahana turşusundan yapılanını Maşa'nın elinden tatmış ve çok beğenmiştik. Bu arada, benim mutfak işlerine ve her türlü yeni lezzete merakım Moldov kadın camiasında da zamanla bir efsane gibi yayılmış, hatta rivayete göre Gagavuz Türkleri'nin yaşadığı Çeşme Köyü'nde beni tanımayan kalmamıştı.

Neyse, Maşa'nın yaş günü yemeğinin en önemli malzemesi kokoş paçası, en mühim hadise ise bunların bizzat teminiydi. Bir hafta boyunca kokoş paçasının Türkiye'ye transferi için ciddi çalışmalar yapıldı. İki ülke arası telefon trafiği iyiden iyiye hızlanmıştı. Maşa kendi lisanında konuştuğundan, ne olup bittiğini anlamıyordum. Anlasaydım, bir yolunu bulur paçaların temini için kokoşu ile ünlü ilimizle irtibata geçerdim!

Öyle bir prodüksiyon yapılmıştı ki öyle böyle değil. Moldovya'da yapılan katliamlar, yolculuk için gerekli sanitasyon düzenlemeleri, kokoşların Laleli'ye gelişi, Laleli'den özel araçlarla eve intikali. Neredeyse bir servet harcandı kokoş paçalarına.

Bu arada ben de yılın yemeğini tüm Maşa severlere yedirmek için, bizim değişmez yaşgünü kadrosunu tam takım yemeğe davet ettim. Ünlü Rus Lokantası Rejans'da bile bulunmayan bu özel yemeği benim soframda bulabileceğini duyan herkes, "Mutlaka geleceğiz", diyordu.

Nihayet kokoş paçaları bizim eve intikal ettiler. Heyecanla paket açıldı. Paketten çıkanlara bakıp da yirmialtı tane but gören gözlerime inanamadım!

- Bunlar ne Maşa?
- Kokoş paçası!
- Tavuk butuna benziyor.
- Yooooo, bunlar kokoş.
- Yani?
- Nasıl anlatayım ki? Tavuğun kocası?
- Horoz olmasın?
- Horoz ne?
- Türk tavukların kocası
- Kokoş da bizimkilerin kocası.
- Bunlar da kokoşların paçası.
Sen de benim canımsın, Maşa!

Muhtemelen yemek kokoşların kıllı bacaklarından ibaret kalmayacaktı. O sabah Maşa, erkenden uyanıp mutfağa girdi. Kokoş paçalarını bir koca tencere suya döküp, su jöle kıvamına gelene dek kısık ateşte dört beş saat kadar kaynattı. Sonra dört beş saat buzdolabında bir güzel dondurdu. Merakla olacakları, daha doğrusu eklenecek tatları, baharatları bekliyordum. Son ana kadar da ümidimi hiç kaybetmedim. Artık herşey hazırdı, masa kızım tarafından özenle hazırlanmış, en güzel yer Maşa için ayrılmış, konuklar masaya alınmıştı. Maşa, dev jöle arası kokoş paçası tabağını dolaptan çıkardı ve gururla onlara baktı. Her zamanki gibi konuklara servis yapmam için bana uzattı.

"Olmaz Maşa", dedim, "Bu senin özel yemeğin, sen getirmelisin masaya". Özel yemek hadisesinin donmuş horoz butundan ibaret olduğunu anladığım o an, aceleyle salona koştum:

- Canımdan çok sevdiğim dostlarım! Birazdan sevgili Maşa, günlerdir özenle hazırlandığı ve hepimizin merakla beklediği özel yaşgünü yemeğini masaya getirecek. Maşa'ma ve/veya özenle tabağa düzdüğü kokoş paçalarına laf eden olursa, alırım kokoş paçasını aşağı, ona göre!

Maşa ve Kokoş paçası hadisesi bu işte; ya da kendi deyimiyle: 'Bu Maşa'.