‘Önüm, arkam, sağım, solum, sobe, saklanmayan ebe’’ komutuyla birlikte kendimi sokağı döner
dönmez karşınıza çıkan, mor çiçekli bahçenin en kıymetlisi olan akşam
sefalarının altında buldum.
İnsanı insandan, geceyi aydınlıktan gizleyen bu bol
ağaçlı küçük bahçe saklanmak için mükemmel bir yerdi. Tek bir şartla: Nurfamor
ablaya sobelenmeden bahçeden çıkabilirsen.
Bahçesine girilmesine çok kızardı. En çok da çocuklara... O bizden ne kadar
haz etmiyorsa; biz de her fırsatta onun bahçesine dalmaktan aynı ölçüde haz
duyardık. Bu iki ebeli, tek sobeli saklambaç için yılda birkaç kez cesaretimi
toplar, her şeyi göze alıp çitin kırık yerinden gizlice bahçesine sızardım.
Bunu kendime uğur saymıştım. Ne zaman bu bahçeye girsem, Nurfamor adlı korkunun
verdiği hızla ebeyi ilk sobeleyen hep ben olurdum.
Ona niçin ‘Nurfamor’
dendiğini evdekilere sormuştum. Annem, Pinokyo gibi yürüdüğü için küçükken
mahalledeki çocukların ona taktığı İtalyanca bir ad olduğunu söylemişti. Belki
de bu yüzden çocukları hiç sevmezdi. Anneannem, “Mor çiçek meraklısı olduğu
için öyle diyorlar,” demişti. Bu daha mantıklıydı.
İri üzüm salkımlarına benzeyen mor çiçeklerin altında nefesimi tutmuş,
tek bir yaprak çıtı çıkarmadan öylece duruyordum. Penceresi açık evin salonundan gelen, gelinle
damat için çalınan evlilik şarkısı işimi kolaylaştırıyordu.
Nur abla hiç
evlenmemişti. İri ellerine tezat, ince, zarif
vücutlu, pembe-beyaz tenli, hoş biriydi. Öylece durduğu zaman yazlık
sinemanın duvarına yapıştırılan afişlerdeki
güzel kadınlara benziyordu. Fakat adım atmasıyla birlikte o afişteki
güzel kadın gidiyor yerini tahta bacaklı bir kara korsan alıyordu. Hele sert
sert konuşmaya başlayınca ayağındaki o kocaman erkek ayakkabılarının ruhuna
girdiğini düşünüyordum. Ayakkabıları ona büyük geliyordu, bütün sorunu buydu.
Ben aklımdan bunları geçirirken birden köşeden ebe Emre döndü.
“Gördüm, sobe! Nurfamor’un bahçesindesin,” diye bağırdı.
Sayılmazdı, isim söylemeden sayılmazdı. Hiç ses etmeden öylece
durdum. Ebe Emre’nin çitten atlayıp
bahçeye girmesiyle birlikte evin kapısı açıldı
ve Nur abla oracıkta belirdi.
“Seni piç kurusu” diye bağırmasıyla, Emre hızla kendini sokağa atmıştı ki aynı anda kocaman bir siyah deri
terlik havada süzüldü. Uçtu, uçtu ve asfaltta kayarak karşı duvara çarpıp
oracığa yığıldı. Saklandığım yerden çıkmama imkan yoktu. Nurfamor kaç kere
söylemişti, “Benim bahçeme girilmeyecek’”diye.
Girilmeyen bir yerden çıkılamazdı da, öylece durdum...
“Terliğimi getir çabuk,” diye Emre’ye hiddetlendi.
“Bana ne ya. Atmasaydın.”
“Getir dedim sana.”
Emre yerde yatan terliği bir hışım aldı ve aynı hızla bahçeye geri
savurdu. Terlik benim bir metre kadar yakınıma düştü.
Nurfamor “Terbiyesiz,” diye söylenerek, bahçe toprağına basmamak için
seke seke terliği almaya yanıma kadar geldi. Olduğum yerde sinmiş, neredeyse
yerle bir olmuştum, az sonra beni gördüğünde toprağa karışacaktım zaten. Siyah
bir terlik ve terliksiz bir ayak yanımda durdu. Eğilip terliğini alırken o beni,
ben de onun ayak parmaklarını gördüm. Altı taneydiler. Korkudan çift görüyor
olabilirdim. İyice baktım. Haklıydım. Hafifçe başımı kaldırdım. Göz göze
geldik. O kadar heyecanlanmıştım ki ne diyeceğimi şaşırdım.
“Sobe” diyebildim fısıldayarak. Bir bana baktı, bir elindeki siyah
terliğe. Kafama indirecekti. Bekledim. Terliğini giydi, korsan edasını
takınarak eve yöneldi. Kapıyı kapatmadan önce birden hışımla bana döndü, başıma
gelecekleri düşünüp iyice saklandım. Gülümsedi. Fısıldayarak beni geceye
ebeledi.
“Sobe”