Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

28 Nisan 2011 Perşembe

Alkış Çocuk

Sahneye çıkanlar bilir, eğer olanakları iyi bir salonda sahneye çıkarsanız oyun teksti kötü bile olsa, izleyicinin salondan size hayran çıkma olasılığı hiç de yabana atılacak oranda değildir. Kahvemolası'na yazmayı kendi adıma biraz buna benzetiyorum. Benim için burası, olanakları iyi bir sahne. Üstelik giriş biletsiz olmasına rağmen tıka basa kaliteli seyirci dolu.

Yazımın yayınlandığı gün, kendimi sahne ışıkları karartılmış üçbinbeşyüz kişilik bir salonun sahnesinde hissediyor, karanlıkta kimler oturuyor acaba diye siz seyircilerimi merak ediyorum. Öyle ya kendim okumak için yazmıyorum bütün bunları.

Bilir misiniz, sahne ışıkları ilk üç sırdan sonrasını oyuncuya görünmez yapar. Karanlık noktadır oralar. Asıl seyirci ise o karanlıkta oturanlardır. Oyuncunun görebildiği ilk üç sırada oturanlar ise genellikle protokolden, bildik tanıdık, eş hısım akraba, davetli ve torpilli seyircidir. Oyuncunun seyircisidir. Zaten onlar, öylece sahnede dursanız bile sizi beğenir. Çoğunlukla da salona geç gelerek karanlık noktalardaki asıl seyirciye bir mesaj verir. 'Bak bu sahnedeki kız varya, pek sevişiriz onunla, bana önden yer ayarladı haberin ola'...

Bir de alkışı başlatan seyirci vardır tiyatroda. Kimdir bu seyirci? Çoğu zaman bilinmez, bilinse bile asıl seyirciye bildirilmez. Oyun nerede doruğa çıkar, alkış nerede patlar, perde arası ne zaman verilir o bilir; başlar alkışlamaya, gerisi de karanlık noktalardan kendiliğinden gelir. Yazım çıktığında kendimi takip spotu üstümde, stres altında hissederken; yazarken başka türlü hissediyorum kendimi. Bir meydan kahvehanesinde orta oyunu oyuncusu yerine koyuyor yazmaya başlıyorum. Tıpkı tiyatroda doğaçlama çalışması yapar gibi. Kendime bir yer, bir mevsim, bir durum tarif ediyorum ve içimden geleni salıveriyorum ortalığa.


Olanı biteni dillendirip, karekter komedisinden çok, durum komedileri yaratarak güldürüp, düşündürüp, eğlendirdikten sonra mevki* de oturan beylere ve kafeste* oturan hanımlara selam verip metni Dükkan'a** yolluyorum. Arada sırada Duygulu Komedya'larda çıkıyor tabi, sahte duygusallığın yaşandığı Yeni Dünya'ya** söyle bir tersten bakınca, arada sırada da Tregedya.

Ne demek istediğimi tam anlayamayanlar için kendime bir yer, bir mevsim, bir durum tarif edip bugünkü yazıma geçeyim en iyisi. Belki bir örnek olur, belki alkış başlatan olur diye.

Önce bir durumu tarif edelim ve ardından bakalım doğaçlama yapan aklım bizi nereye götürecek izleyelim.

Bindokuzyüzseksenli senelerde, sıcak bir ağustos akşamı, gişede eski devrimciler bilet satarken, çekirdek yiyen seyirciler bol boş koltuklara dağılmışken, lunapark gürültüsü seslere baskın çıkarken, berbat bir kuliste sıranı beklerken, İzmir fuarında bir açık hava tiyatrosunun arkasındaki ağaçta oyunun başlamasını heyecanla bekleyen bir kimsesiz çocuğun varlığını fark ettin. Sonra ne oldu? Hadi anlat bize Hususiabla.

İlk geceden hepimizin dikkatini çekmişti. Oyunun en can alıcı yerinde, espirinin patladığı yerde seyircinin arasından birileri alkışı başlatıyordu. Kim olduğunu bulamıyor, alkışın nereden geldiğini anlayamıyorduk. Bir kaç gece sonra arkadaşlar sıska bir oğlan çocuğunu kulise getirdiler. Her gece oyunun tam da gerektirdiği yerde, ışığın kör ettiği noktadan, karanlıktan kopup gelen alkış çocuktu bu.

Üvey baba dayağından on yaşında evden kaçmış, iki senedir fuarda yatıp kalkan, kendine göre 'tamam' bir delikanlı bize göre 'alkış çocuk'. O günden sonra tiyatronun arkasındaki ağacın kadrolu seyircisi, bize göre bizden biri olmuştu.

Evden giyilecek, üstünü örtecek ne varsa taşır olmuştuk ona yemeğine kadar hazır ediyor, kuliste yatmasına izin veriyorduk.

Sanki bütün bunlar bizden olmasına yetecekmiş gibi...

Birgün kulisten oyunda giydiğim ince topuklu rugan ayakkabılarımın çalındığını farkettim. Ayağımda ne varsa onu giyip sahneye çıktım. Ben sahneye çıkmasına çıktım da, oyunun sonuna kadar ağaçtan çıt çıkmadı. Her yerde aradık ama bulamadık. Ne Erdinç'i, ne de o Allahın cezası ayakkabıları. Kapıdaki biletçiler(!) bana kızıyorlardı 'Düşme peşine.. Bırak onu... Sokmayız bir daha buralara, gelemez de zaten, onu bir güzel okşadık'.

Delirmiş gibiydim. Allahın belası bir çift rugan ayakkabı için olanlara inanamıyordum. Aydın empatisi güçlü, beni derinden okuyan biriydi. Kadın ruhum için değil, insani ruhum için ve ideallerimi gerçekleştirmem için birşeyler yaparak kalbimi kazanan biriydi o. Her zaman da öyle oldu.


Ertesi sabah erkenden gittik fuara. Sabahın ilk ışıklarıyla daha bir romantikti fuar, mis gibi sevgili havası vardı Akasya ağaçlarının altında. Birbirimizin kucağına yatacağımıza kıyı köşe demedik banklarda, kafelerde, büfelerde, Akasya ağaçlarının altında seyircimizi aradık iki sevgili...
Ama bulamadık. Bir gün, sürekli semaver çayı içmeye gittiğimiz kahveci bize Erdinç'in kahvenin yakınında olduğunu söyledi.

- Onu aradığımızı söylemedin mi?, Çağırtır mısın onu?.
- Sizden utanıyor. 'Ben çalmadım, çocuklarla kavga dövüş ettim, kim çaldıysa bulup getirecektim ama bulamadım, ablamın ayakkabılarını bulmadan çıkamam yanına' dedi bana.
- Biz onu ne kadar aradık biliyor mu ?, nerede o?.

Sonunda Erdinç geldi. Olanı biteni hiç konuşmadık, çay içtik, çift kaşarlı salçalı tost yedik. Günün sonunda kahveci ona karın tokluğuna iş vermiş, gece bir kenarda yatmasına izin çıkmıştı.


Sanki bütün bunlar onun kara bahtını değiştirebilecekmiş gibi...

Aradan aylar geçti, 27 Mart dünya tiyatrolar günü için bir oyun hazırlamıştık. 'Sen Gara Değilsin!'... Çok heyecanlıydık. Erdal mükemmel bir oyun çıkarmıştı, Arif o gün ilk kez sahneye çıkacaktı.


İlk gece heyecanını yenmek için oyun başlamadan, perde arkasından uzun uzun salonu izlememi öğütlemişti bana bir usta. 'Hem ön sıradan sana güç verecek seyircini saptarsın, hem de sahneye çıkmadan seyircine alışırsın' demişti. Perdenin arkasından salonu izliyordum. Yeni yetme bir gıcır delikanlı elinde bir tek gül ile en ön sırada oturuyordu. Bana güç verecek seyircimi bulmuştum. Peki ya Erdinç bizi nasıl bulmuştu? Aydın bana sürpriz mi yapmıştı yoksa?. Ne olursa olsun, çok mutluydum. Alkış çocuk sahnelere dönmüştü... Aradan yaklaşık altı ay kadar geçti. Alsancak'ta bir kafede otururken birden gözüm karşıdaki çöp bidonunu karıştıran çöpçü çocuğa takıldı. Yerimden ok gibi fırlayıp kir pas içindeki çöpçü çocuğa sımsıkı sarıldım...

- Erdinç bu ne halin?

Başını öne eğdi, karakuru bir sesle..

- Bırak beni Mehtap abla.
- Neden?.
- Utanıyorum abla.
- Sen utanıyorsun, ben seni merak ediyorum. Neden bu haldesin?
- Ben sizi bulurum abla... Yine gelirim oyununuza...

Erdinç mi işi bırakmıştı? Yoksa kahveci mi onu sokağa salmıştı bilmiyorum. Ne olursa olsun, çok mutsuzdum... Alkış çocuk sokaklara dönmüştü.

Bundan sonrası yok...
Bundan sonrasında bugün... Belki beni bulmuş izliyordur diye Erdinç için bir itiraf var.

'Seni gördüğüm o son günden sonra o çocuğu içimden atamadım. O günden sonra hiçbirinizin gözünün içine bakamadım... Hiç birinizin saçını okşamadım. Hiç birinize evden ekmek taşımadım. Sizlerin dramına seyirci oldum olmasına da, senin gibi yürekli bir seyirci olamadım. Alkışı başlatmadım... Sen de beni bırak, alkış çocuk.. Sen beni alkışladıkça, keyfine varamıyorum hayatın. Utanıyorum...'






Orta Oyununda;
* Mevki ve kafes; erkek ve kadın seyircilerin ayrı ayrı oturduğu yer.
** Dükkan ve Yeni Dünya; iş hayatını ve ev hayatını temsil eden dekor.

İlk Sevgliye


Fethiye'nin dökme taş yollarında başlayıp, mavi yeşil sularda derinlere dalan eskilerdeyim. Tepesi delik yollarında güneyin delisi gibi dolanıyor aklım. Bir o mavi koy, bir bu kara zeytin gölgesi. Bulduğum bir kaba ardıcın pürüne yaslanıp dinleniyor arada. Bildiğim bütün Fethiye türkülerini mırıldanıyor içim.

'Yaslanaydım kaba ardıcın pürüne
Dinleyeydim kekliklerin sesini...
Ünledim ayşe diye,
Odayı döşe diye.
Ünledim fatma diye,
kaşları çatma diye...'

Dökme taş yolların yokuş başlarında çocuk aklım. Özlem bildiklerimi döke saça yokuş aşağı koşuyor. Durduramıyorum, aklım kaçıyor... Ağaca çıkmaya, ilk yağmurla toprağa yayılan salyangozları toplamaya. Her şeyi bir bir hatırıyor. Ne yaşadıysa, ne öğrendiyse hepsini. Tükürükle çiyan öldürmeyi, ağaçlardan ağustos böceği yakalamayı, çam pürsülünde kaymamayı, güneşte yağan yağmurun adını, keçi beslemeyi, turunç aşılamayı, tarhana ufalamayı, balıklarla yarışmayı, topuktan kara diken çıkarmayı, yıldızlara bakıp hava tahmini yapmayı, teke süzmeyi, sırtı çekmeyi, rüzgarların alametini. Kesik kapılı delikanlıyı. Sarıyı... Öpüşmeyi.
Ağustos sıcağında Mendos'un en karlı tepesinden ünlüyorum sıcak şehre. Sesim bana geri dönüyor. Kimseden ses seda yok. Şehirde ölüm sessizliği var. Terim kar, deniz kan kokuyor. Korkuyorum...
Günlükbaşı'ndan giriyorum, Karagözler'den çıkıyorum. Arıyorum. Yok. Vuruyorum Belcekız yollarına kendimi. 'O yok, gitti’, diyorlar. İnanmıyorum. 'İnan' diyorlar... 
Sonrası kar, fırtına, yağmur. Bahar yağmurlarına benzemiyor iri damlalar. Yaz sıcağında sırtından süzülen ter gibi ılık. Karagözlerden yanaklarıma, yanaklarımdan toprağının koynuna sağnak. Aklıma sakladıklarımı hatırlıyorum. Çalış’taki sediri. Analarımızın rahmine peşpeşe düştüğümüz tahta barakanın rüzgarda çıkardığı sesi. Sana mavi bana pembe örülen patiklerimizi. Hikayemizi. Önce sen doğuyorsun sonra ben. Sen sapsarı, ben kapkara. Sana ibiş diyorlar, bana çitlenbik. Sen ikinci Karagözler'de büyüyorsun, ben birinci.
Güneşin kavurduğu bir yaz sıcağında bunalıp hesapsız dalıyoruz turkuvaz koya. Sen balık gibi, ben karabatak gibi. Çok gülüyoruz. Sen gözlerini kısarak, ben ağzımı fırın gibi açarak. Bir damda, yanyana yatmaya aşina iki çocukken, bir avazda genç oluyoruz. Yaz alevi misali gençlik ateşi yakıyor çocuk tenimizi. Kelebekler vadisinin bütün kelebekleri buse olup dudaklarımıza konuveriyor. Al yanaklarımız bizi ele veriyor. İki mahçup kelebek gibi anları kızgın kuma gömüp yaza veda ediyoruz. Sen için için ağlıyorsun, ben canhıraç.


Yıllar... Yıllar kamyon gibi üzerimizden geçiyor. Aralık oluyor, önce sen ölüyorsun, sonra ben.