Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

6 Aralık 2012 Perşembe

Hikayecinin Hikayesi


Her şey bundan üç sene evvel YapımLab’ın açtığı Yekta Kopan ile Okumak/Yazmak Atölyesine kayıt olmamla başladı.
O sırada okumadığım yeni çıkan kitaplar listesi giderek dağ gibi başucumda kâbus olup birikiyordu. Hayat şartları kitap okumakla ilişkimi oldukça bozmuştu. Bir yolunu bulup, bana uygun bir okumak yazmak atölyesine gitmeye karar verdim. Atölyeye okur yolculuğumla bozulan ilişkimi toparlamak amaçlı bir terapi olarak bakıyordum.
Bu duygularla kayıt olduğum YapımLab  Yekta Kopan Atölyesi bana umduğumun çok daha ötesinde kazanımlar sağladı. Kitap okumayı öğrendim. Evet öğrendim. İnsanların ruhlarına dokunma isteğim arttı. Öykü çözümlemeyi, karekter yaratmayı, olana bitene yazar gözüyle bakmayı, olay örgüsünü, kurmaca dünya kurmayı öğrendim. On derslik ilk kur bitti. Ardından on ders daha.. ve bir on ders daha. Biten kur bana yetmedikçe yetersizliğimi görüyordum. Bildikçe bilgisizliğimle yüzleşiyordum. Okumakla kalmıyor, yazıyordum. Son dersimizde Yekta Kopan beni, “Sen artık romanını yazmalısın, hikâyen de hazır,” diyerek uğurladığında omuzlarıma bırakıverdiği yük öylesine güzeldiki. 
Okumak/Yazmak Atölyesi devam ederken, eş zamanlı olarak YapımLab’da sinema üzerine eğitimler başlamıştı. Bir gün Yekta Kopan yazdığım öyküyü dinledikten sonra, “Sen aslında öyküden çok senaryo yazıyorsun, senin her öykünden film olabilir,” dedi. Yekta Kopan’nın bu görüşünü Zeynep Özbatur’la paylaştığımda şans bu ya bir kaç hafta sonra bir senaryo atölyesi başlıyordu. Hemen karar verip, senaryo atölyeye kaydımı yaptırdım. İki kursu bir arada yürütmek beni zorlayacak olsa da denemeye değerdi.

Eğitim Senaryosu
Nilgün Öneş ile senaryo atölyesi benim için bir başka yola doğru ilk adım oldu. Uygulamalı bir atölyeydi. Kendi oluşturduğumuz hikâyeyi senaryolaştırmamız üzerine kuruluydu. Senarist mantığının nasıl çalıştığını, senaristin anlamını, öykü yazmakla senaryo yazmanın derin farkını tam olarak görebildim. Haftanın bir günü yazdığım gereksiz cümleleri, bir başka günü yazdığım gereksiz planları atıyordum. Senaryo yazımından önce uzun bir dramaturji safhası gerektiği, araştırmanın çok önemli olduğu netti. Sosyoloji, felsefe, ekonomi, mühendislik, gurmelik, hatta tıp bilgisinin gerektiği, eğer bilmiyorsan mutlaka uzmanlarından görüş alınması gerektiği, masa başı çalışması dediğimiz uzun bir süreçti bu. Hem çok zevkli hem de çok gerçekti. Öykü yazarken alabildiğine koptuğun gerçekliğe, senaryo yazarken olabildiğince yakın durmak gerektiğini gördüm. Gerçeklik! Benim için biçilmiş kaftan buydu. Araştırmak! Benim en çok keyif aldığım alandı.
Bu dönemde gidebildiğim bütün seminerlere katıldım. Ustaları dinledim. Notlar aldım. Bu notlar sırasında üç konunun önemli olduğuna karar verdim: Birincisi, seni motive edecek bir derdin olmalıydı.  Derdini özgün bir hikâyeyle anlatmalıydın. Anlatmak yetmiyordu. Öykücülükten farklı olarak senaryo yazımının kendi içindeki matematiği kavraman gerekiyordu. İkincisi; elindeki  altmış, yetmiş sayfalık senaryoya bir yandan seyirci gözüyle, öte taraftan yapımcı gibi bakabilmeyi bilmen gerekiyordu. Teknik düzeyde çekim süreci bilgi ve deneyimine sahip olmak şarttı. Üçüncüsü ise sinemanın bir sektör olduğunun bilincinde olup, sektörü ve dinamiklerini öğrenmekti. Yani eğitim şarttı. Eğitime devam ettim.
12 haftalık Nilgün Öneş atölyesi biter bitmez, YapımLab’da Burak Göral ile Senaryo Yazmak Atölyesine başladım. Uygulamalı bir kurs değildi. Daha metodik bir atölyeydi. Mevcut filmlerin röntgenini çekiyorduk. İşin içine görsel anlatı, zamanlama ve anlatım yöntemleri de girmişti. Yönetmenleri tanımaya başladım. On haftalık eğitimde, filmleri anlamak ve çözümlemek amacıyla izlemeyi öğrendim. Bir film eleştirmeninin gözünden filmlere bakmayı öğrendim. En önemlisi bir eleştirmen filmlerde neye bakar bunu keşfettim. Senaryo yazmanın matematiği nedir? Doğru formatlar. İyi bir filmde senaryonun oynadığı rol nedir?  Ekip işi olan sinemanın senaryo başarısından ya da yönetmenin becerisinden ibaret olmayan büyük bir bütün olduğuna ikna oldum. Sinema filmi adı altında toplanan bütün sanatların hatta kuramların kurgusal bir şölene nasıl dönüştürülebileceğini sezdim. Burak Göral’ın bloglarını takip edip, izlediğim filmlerle ilgili görüşlerine bakıyordum. Sinema üzerine kuramsal kitaplar okumaya, dahası yeniden yıllar sonra felsefe okumaya başladım. Sinema ve felsefe iyi bir ikiliydi. Felsefesi olmayan senaryo, evrenselliğinden çok şey kaybediyordu. Sinema kuramcılarının peşine düştüm. “İyi film” denilen filmlerdeki iyinin en temelde ne olduğunu anlamaya gayret ettim.
Hala eksiktim. Sektörü tanımıyordum.

Sektörden Önce Kaktüs
Eğitim sadece sınıf sıralarında ve uzman ellerde olmuyor kuşkusuz. YapımLab’da yerleşik yuvarlak masanın başına toplanmış seçilmiş dostlarla da olabilir. Yekta Kopan Atölyesinde giderek çoğalan bir ekip olmuştuk. Her Perşembe ders çıkışı, Cihangir Kaktüs’de toplanıp hayattan, edebiyattan konuşup ruhlarımızı iyileştiriyor, birbirimizi geliştiriyorduk. Eğitiyorduk. Yuvarlak bir masanın etrafında toplandığımız o ilk Kasım akşamına kadar hayatın köşeli, dikdörtgen masalarında düz çizgilerden düşmeden iyi niyetle hayallerine yürümeye çalışan, yolu YapımLab’dan geçen yirmi iyi insan. Günlerce, saatlerce konuştuk. Birlikte sinema festivallerine, tiyatrolara, sergilere, seminerlere, konserlere, söyleşilere, konferanslara gittik. Hep niyet ettik ama bir kere bile Nevizade’de rakı içmeyi beceremedik. Giderek öykülerimiz birikti. Çok oldu. Çok olduk, kendimize bir blog açtık. Adımızı Cihangir’de YapımLab’da bizi buluşturan o büyülü yerin adını verdik, “Yuvarlak Masa Yazarları” dedik. Blogumuz daha ilk haftadan on bin kere ziyaret edilince,  kendimize güvenimiz arttı. Mükemmel bir ekip olmuştuk. Hepimizin öykülerinden oluşan bir toplu öykü kitabı bastırmaya karar verdik. Şu anda onun çalışmaları devam ediyoruz. Önümüzdeki yıl, bahar aylarında kitabımız raflarda da olmasını ümit ediyoruz. 

Zeynep Özbatur Atakan ile Yapım Atölyesi
Hikâyenin ilk pik noktası YapımLab’a ayak bastığım gün ise, ikinci pik noktası bu atölyeye başladığım gündür. On yedi sene reklamcılık yapmış biri olarak, yaratıcı sürecin, ekip yönetiminin, film setlerinin, ürün satmanın, marka yaratmanın ne demek olduğunu biliyordum ancak sinema sektörünün ne olduğunu bilmiyordum. Sinema tam anlamıyla bir sanat değildi. Sinema bir sektördü. İşin içinde yaratıcılık belki ön planda idi ama tek başına yaratıcılığın hiç bir anlamı yoktu.  Dünyanın en iyi senaryosunu yazsan, dünyanın en iyi yönetmeni olsan da tek başına bir hiçtin. Sanat olamaması da işte bu ‘iş’ olma durumu nedeniyleydi. Sinema bir işti. Öğrenilebilir bir şeydi. İşte bu anlamda eğitim şarttı.  Oysa Edebiyat/yazarlık öğrenilebilir bir şey değildi. Yalnız başına bir süreçti. İşte o yüzden sanattı. Yazmak önemli oranda şahsi yetenek  gerektiriyordu. Olmamış bir metni olduracak görüntüler, müzik, efekt gibi yan dalların desteği yoktu. Tüm duyguları cümlelerinle satır satır ifade edebilmeliydin. Eğitim ile sadece doğru yazmayı ve okumayı öğreniyordun, bir de yazıp yazamayacağını. Bu da azımsanacak bir bilgi değildi, en azından rasyonel hayaller kurmak için insanın aklını başına getiriyordu.
(Buraya bir ekleme yapmam gerek. YapımLab’da yapımcılık kursuna başladıktan kısa bir süre sonra bir eleştirmene yazdıklarımı okutmak ve yazmak konusunda kendime doğru/gerçekçi notumu vermek için bir başka oluşumun edebiyat atölyesine daha gittim. Hikâye analizi ve yazdığım öykülerimin, eleştirmen gözüyle incelendiği altmış saatlik kursun sonunda bir kitap bastırmanın yazmaktan daha zor olduğuna ikna olmuştum. Eleştirmenleri ve yayınevlerini ikna edecek bir kitap yazmak kolay bir şey değildi. Parayı bastırırsan ilk öykünü yayınlatabilir ya da ilk kitabını bastırabilirdin. Bu bilgi bana yetti. Kitabımı param olunca yazmaya karar verdim.)
Zeynep Özbatur’la yapımcılık dersi için girdiğim sınıf gerçekten benim için büyük bir şanstı. Sınıfta inanılmaz bir sinerji ve ekip ruhu vardı. Daha ilk haftadan birbirine destek olmak isteyen, egoları sıfır, sinema için bir şeyler yapmaya kararlı yönetmen adayları, yapımcı adayları, bir gazetenin sinema yazarı, oyuncu ve senaryo yazarı adaylarının olduğu bir sınıftı. Zeynep Özbatur’un yarattığı sinerjiyle eğitim günleri çok keyifli ve verimli geçiyordu. Altı ay sürdü. Zeynep, sinemanın bütün bileşenlerini yaşadığı deneyimlerden örnekleyerek, onca yıldır biriktirdiği hazine değerindeki hiç bir bilgiyi sakınmadan oluk oluk akıtıyordu bizlere.
Yapım Atölyesinde bir film senaryosuna yapımcı ve en nihayetinde seyirci gözü ile bakmayı, senaryo yazarken hayal gücüne gaz verip bir planda bir film bütçesi maliyeti gerektiren planlar yazıvermemeyi, senaryo aşamasında güçlü ve zayıf yanları keşfetmeyi, bir filmin “ana cümlesinin” niçin çok önemli olduğunu, her senaryoyu her yönetmenin niçin çekemeyeceğini, hangi projeye hangi kanallardan fon bulunabileceğini, hukuksal süreçleri, telif haklarını, dağıtımın inceliklerini, film pazarlarını ve beklentilerini, ulusal ve uluslararası sinema satış marketinin dinamiklerini, ortak yapımcı bulmanın püf noktalarını, setten yayın kopyasına kadar giden sürecin önceden nasıl planlanıp bütçelendirileceğini, Proje projelendirmeyi, yapımcının para veren etkisiz eleman değil, aslında sektörün beyni olduğunu öğrendim.
Artık senaryolara bu gözle bakıyorum. Fon bulabilir mi? O sahne gerekli mi? Karakterler tutarlı mı? Gişe mi yapar, ödülleri mi toplar? Ortak yapımcı kim olabilir? Bütçesi yaklaşık ne olur? Hepsini elime gelen dosyayı okuyarak tahmin edebiliyorum. Elbette bunda diğer eğitimlerin, elimdeki felsefe diplomasının, psikolojiye duyduğum özel ilginin ve reklam deneyiminin büyük etkisi vardı.
Kurs bittiğinde hepimiz elimizi taşın altına koyup öğrendiklerimizi deneyim etmeliydik. Zeynep’in bize en önemli tavsiyesi buydu. Telefonla bile olsa bir kısa film çekin, diyordu. Hepimiz Zeynep’in danışmanlığında projeler oluşturduk. Bütçeler yaptık ve filmlerimizi çekip, Aralık ayındaki toplu gösterimde buluşmak üzere dağıldık. Ama hiç kopmadık. Herkes birbirine yardım etti.
Kendi öykülerimden bir kısa film çıkarmakta zorlanıyordum. Dışarıdan bakamıyor, benim anladığım şeyi başkalarının bire bir anlamamasından hatta yorumlamasından rahatsız oluyordum. Henüz tam profesyonel değildim. Yönetmenlik gibi bir hevesim de hiç yoktu. Fikirlerimin, hayatımdan izler taşıyan hikâyelerin başkaları tarafından değişime uğramasına seyirci kalamıyordum. Senaryomu teslim edeceğim yönetmen onu elleyip, koklayıp kendine göre başka bir şey yapacaktı. Buna hazır değildim. Başka birinin öyküsünü senaryolaştırmam gerekiyordu. Öykü kitabı okumaya başladım.
Bu sırada altmış saatlik edebiyat kursuna da devam ediyordum. O sınıfta YapımLab’daki Yekta Kopan kursundan arkadaşlarım vardı tabi... Bu sefer uzun bir dikdörtgen toplantı masasının etrafında uzun cetvel gibi diziliydik. Öykü kitaplarıyla da bir yere varamadım. Zaten bir öğrenci filmi için telif ödemeyi gerektirecek bir çözüm, yüksek bir bütçe de çok anlamsızdı. Bu yolla senaryolara anlam katan yazar/yönetmen görüşü denen ve aslında her şeyi anlamlı kılan alt metne de ulaşamıyordum. Bu öyküyü neden yazdığını anlattığı metne ihtiyacım vardı. Senaryo hatta film bu metin ile can buluyordu benim zihnimde. Bildik tanıdık bir yazara ihtiyacım vardı. Beni seven bana güvenen dost bir yazara.

Kendisi Kısa, Hikâyesi Uzun Film
“ADEM ELMASI”
YapımLab Yekta Kopan atölyesinden tanıdığım Şebnem Dönmez de benden bir önceki kurda YapımLab’da Zeynep’in yapım atölyesine katılmıştı. Aslında onunda yapması gereken bir bitirme ödevi vardı. Bir senaryo yazalım ve sonra çekelim diye anlaştık. Yönetmenliği o yapacaktı. Uzun bir ön hazırlık dönemi geçti. Filmler izledik, kitaplar okuduk, yazdık çizdik. Ana tema aradık. Çalıştık. Çalıştık. Sonra bir gün bir şey oldu. YapımLab Yekta Kopan atölyesinden tanıdığım Gülda Şahin ile altmış saatlik kurstaydık. Öyküsünü okudu ve eleştirmen/yayıncı hocamız, “Hiç beğenmedim,” deyiverdi. Oysa ben bayılmıştım. “Ben bu öyküyü istiyorum, kısa filmini yapalım,” dedim. “Verdim gitti, hatta çekimler için para da veririm,”dedi Gülda. Meğer bir önceki yıl gittiğimiz ve benim olmadığım bir derste Yekta Kopan atölyesinde aynı öyküyü okumuş, atölye öğrencilerinden arkadaşımız cast direktörü Harika Uygur, “Bundan kısa film olur,” demiş. Aklın yolu bir.
Şebnem öyküyü okudu, beğendi. Hemen ertesi gün buluşup senaryoyu yazdık. Senaryoyu okuyan herkes çok beğeniyordu. Öyküsü yeniden ele alınan, adı değişen ve başka bir hale dönüşen Gülda’nın senaroyu ilk okuduğunda en derininde neler hissettiğini hiç bilemedik. Benim kaygılarımı taşıdı mı soramadık. Ama ben yazara ve onun iç dünyasına yakın olduğumuza emindim. Güzel, dedi. Çok heyecanlandım, dedi. “Adem Elması çok güzel isim,” dedi. “Sözüm söz,” dedi. “Sizi seviyorum,” dedi. Yürektendi.
İş çekim senaryosu ve hazırlıklarına gelmişti. Şebnem gerçekten çok titiz çalıştı. İlk film için duyulan bütün heyecanları duydu. Aslında senaryoyu yazdığımızdan sonrasını Şebnem’den dinlemek lazım. Uzun bir hazırlık sürecinden sonra film geçtiğimiz akşam çekildi. Aralık ayındaki YapımLab öğrenci filmleri toplu gösterimine hazır olacak. İlk film için hatalarımız olabilir ama bizler iyi öğrencileriz, gerçekten iyi niyetle çok çalıştık. Hala öğrenmem gereken çok şey var. Eğitime devam.
Bu uzun hikâyenin kahramanları Şebnem, Mehtap ve Gülda’dan ibaret değil elbette. Kahramanların tamamının tek tek isimleri kalbime yazılı. Biz iyi bir ekibiz. Bizi bir araya getiren YapımLab’a, kalbimizdeki ışığı doğru yöne tutmamıza vesile olan Yekta Kopan’a, Nilgün Öneş’e, Burak Göral’a,  Zeynep Özbatur Atakan’a, hayalimizi ete kemiğe büründüren herkese…

Kalpten sevgiler.




26 Temmuz 2012 Perşembe

Hindigo anneler + Frigo babalar = İndigo yavrucaklar


Haber: Zeki, bilgece konuşan, yetenekli ve biraz da anlaşılmazlar... Uzmanlar yeni bir dünya düzeni kuracaklarına inanılan "İndigo çocuklar"ın gerçekten özel olarak gönderilmiş varlıklar mı yoksa zamane çocukları mı olduğunu araştırıyor. Beyinlerinin her iki lobunu da mükemmel kullanan indigo çocukları anlamak için onlara yetişkin gibi davranmak gerekiyor. Aynı anda birden fazla konuyla ilgilenebiliyorlar. Kendilerine saygı duyulmasını, ciddiye alınmayı istiyorlar. Verdikleri cevaplarla herkesi şaşkına çeviriyorlar. Bunlar zamane değil, indigo çocuklar. Uzmanlara göre beyinlerinin sağ ve sol loblarını mükemmel kullanan bu çocuklar geleceğin çocukları. Onları anlamak için biraz çaba göstermek gerekiyor. Kristal Çocuklar, İndigo Çocuklar'dan sonra dünyaya gelmiş olan yeni kuşaktır. Aşağı yukarı sıfır ila yedi yaş arasında bulunan bu kuşak önceki kuşaklardan farklıdır. Birçok bakımdan ideal olan bu çocuklar insanlığın nereye doğru yöneldiğini göstermektedirler... Ve bu çok olumlu bir yöndür! Bu çocuklar, İndigolar gibi son derece pisişik ve duyarlıdırlar, ama onlar gibi savaşçı ruhlu ve öfkeli değil; mutlu, bağışlayıcı ve sakin yaradılışlıdırlar. Kristal Çocuklar içsel ve dışsal olarak çok güzeldirler; gözlerine bir kez baktığınızda, onlardaki Tanrısal sevgiyi ve bilgeliği görebilirsiniz. Onların auraları parlak ve harelidir; onlar adeta içlerinden ışık saçarlar! Onlar geçmiş yaşamlarından, uzak galaksilerden, barış ve sevgiyle ilgili derin iç görülerinden söz ederler. İstanbul'da açılan yuvada indigo çocuklara özel bir eğitim uygulanıyor. (Görüntüde bir uzman) "Ebeveynler olarak, çocuklarımız gözümüzün bebekleri olduğu için onları çok akıllı, çok mükemmel, çok çalışkan, her şeyin en iyisi noktasında görme eğilimimiz var. Ancak bazı çocuklar var ki aramızda gerçekten çok özeller. Özel olduklarını algıları açık ve objektif bir ana-babaysanız görebiliyorsunuz zaten... "İndigo" aslında bir yaşam renginin adı. Parapsikoloji ile haşır neşir olanlar bilirler; hepimizin bir yaşam rengi var. Çivit mavisi ise bu özel çocukların yaşam rengi. Sayıları çok az olsa da Amerika'da bu çocuklar için farklı eğitim sistemleri geliştirmiş okullar var. "

Olacağı buydu aslında, niye hayret ediyorum ki? Önce kariyer, sonra Katmandu derken en sona çocuk bırakılırsa olacağı budur! Çocuklar giderek eskiden sahip oldukları doğallığından uzaklaştırdığından beri, sosyal alanda bir sorun alanı olmaya başladı gerçekten.
Peki ne oldu da 'çocuk' sorun alanı olmaya başladı? Cevabı basit!. Eskiden anneler annelik yapardı. Babalar babalık; çocuklar da çocukluk! Sonra? Şimdi durum değişti. Evlilikler ve dolayısıyla aileler ekonomik bir çözüm olarak kurulmaya başladı. Her konuda eğitimli kadın,  ‘annelik’ denen bu içgüdüsel duruma adapte olamayınca topu taca attı. Okumayla, falla, anneye sormayla, google taramayla olmadı. Çünkü bu çağın çocukları başkaydı, bu kadar dış uyaran karşısında çocuk ‘bildiğimiz çocuk’ olmaktan çıkarılmıştı. Eski zaman annesi gibi evde börek, kek, dolma yapma hakkı da elinden alınan yeni zaman annesi 'Ben bu işi beceremedim, çocuk bir acayip oldu' demektense, durumunu ekonomik şartların ağırlığına ve işe gitme, çalışma zorunluluğuna bağladı. Bakacak durumum yok diyen anne topu neredeyse tirübüne fırlattı. Annelik yapmaz haldeki madur anne, dadı tutar oldu. Babalar babalık yapmaz çocuk uyumadan eve gelmez oldu. Çocuklar da durmadı tabi bu yeni şartlarda. Onlar da değişti. Gün boyu sokakta koşup oynayan, okul zamanı okula giden, cam kıran, kedi kovalayan özelliklerini yitirdiler. Ailelerin boş vakitlerinde oynaştıkları bir maymun oldular. Ailelerin hiç bir ilişki kurmadıkları, ne istediklerini bile tam olarak anlayamadıkları çocuklarını deli ettikleri yetmedi bir de yeni ulvi kılıflar uydurmaya başladılar. Neymiş bu tuhaf yaratıklar uzaydan gelmişmiş, indigo çocuklarmış hepsi... Şu hindigo anneleri ve frigo babaları dizimin üstüne yatırıp bir güzel pataklayayım da görsünler indigo çocukların nereden geldiğini.

Süper pazarlama fikri 1
Önce hindigo anneyi tanıyalım. Tüm konsantrasyonunu mükemmeli yakalamak ve kendini kakalamak üzerine kurduğundan, dik meme; süper kariyer; zeki kelle; pürüzsüz ten; taş gibi kalçalarından çıkan yavrucağı -bütün ilgisizliği ile- aileden dışarı,dadısının kollarına atmakla yetinmeyip, tamamen bu dünyanın dışına fırlatanlara ‘hindigo anne’ diyorum. Bu hindigo, yaşı ya da içi geçmiş ‘frigo baba’ya da olayı, 'Aşkım biliyor musun? Ben sana mucizevi bir çocuk yapmışım. Çocuğumuz sorunlu değil, indigo!' şeklinde pazarlamaktadır. Bana göre 'Bak babalık bu çocuk senden değil', demekten hiçbir farkı olmayan bu duruma frigo baba çok sevinecektir. 'Ne diyorsun? Demek çocuğumuz benden ama indigo!’. Adam geldiğimiz noktada çocuk ondan olsun da her şeye razı.
Frigo babayı tanıtmaya bile gerek yok ama merak buyuranlar için bir iki satır yazalım. Frigo baba bir nevi dondurulmuş sperm bankasıdır. Hayatın gailesi içinde tüm fonksiyonlarını yitirmekte olduğu bir anda, -buzluğa kaldırıp koyduğunu sandığı- hislerini ısıtıveren ilk yavruyu elinde tutmak için varını yoğunu sperm olup akıtmış "fedakar insanoğlu" diye tanımlayabiliriz onları. Böyle sorunlu bir sosyal karmadan ne çıkabilir ki?? Elbette ki sorunlu bir sosyal fenomen. Yani İndigo!
Elbette böyle bir ailenin çocuğu gözlerini fal taşı gibi açıp şaşkın şaşkın bakacak etrafa. Oyalansın diye eve doldurulan tonla tüylü canlı ortalarda dolanırken çocuğun hayvan sevgisi ile dolu olmasından daha normal olan nedir? Anneciğinin posdişlerini sevmesi mi? Neyse işin bu pazarlama kısmı yeterince anlaşıldı sanırım artık buradan diğer konuya, yani gerçek kumpasa geçebilirim.

Süper pazarlama fikri 2
İndigo çocuklar konusunu elbette yıllar evvel duydum. Şu meşhur kitabı da (İndigo Çocuklar Lee Carroll, Jan Tober) yaklaşık on sene evvel okudum.
'İndigo Çocuklar, dünyaya -dünyayı değiştirmek üzere- yeni bir bilinç ve enerjiyle gelen bilge varlıklardır. Onlar şu sırada çocuk ya da genç yaşta bulunmaktadırlar. Bu çocuklar çevreleri tarafından anlaşılmamakta, onlara çoğunlukla Uyumsuzluk, Dikkat Eksikliği ya da Hiperaktiflik tanıları konulmakta, ve bu üstün zekalı ve yetenekli çocuklar sonuçta ilaçlarla uyuşturulup harcanmaktadırlar. Oysa onların dengeli, uyumlu ve mutlu bireyler olarak yetişip tüm insanlık için son derece önemli olan misyonlarını gerçekleştirebilmeleri için ana babaları, öğretmenleri, doktorları ve tüm çevreleri tarafından anlaşılıp desteklenmeleri gerekmektedir. Bizler bu çocukları ve onların olağanüstü özelliklerini tanımalı, onlara sevgi ve saygıyla rehberlik yapmalıyız.' Diyen kitap yani.
Aslında kitabın son derece aklı başında bir anlatımı vardı, bilimsel bile denebilirdi. Hatta kitabın içinde pek çok yerde o zamanlardaki davranışlarına göre değerlendirerek kendi çocuğumu bile buldum. Neyse ki kolay ikna olmam. Kendimi kaptırıp ‘benim yumurta indigo çıktı’ diye ortaya atlamadım.
Lafı uzatmadan hemen söyliyeyim. Kitap hiperaktif çocuk sahipleri için tezgahlanmış, ve bu aileler için süper ruh ferahlatıcı anlatımı var. Malumunuz son zamanlarda psikolojik alan konusu olan hiperaktif çocuklar gerek eğitimlerinde yaşadıkları sorunlar, gerekse sosyal alanda yarattıkları zorluklar ile ailelere ciddi sıkıntı yaratıyorlar. Bu çocukların pek çoğu ise, ailelerinin konuyu kabullenmemesi yüzünden son derece sıkıntılı bir çocukluk geçiriyorlar. Lee Carroll işte tam bu noktada son derece zekice bir manevra yaparak, hiperaktif çocuk sahiplerinin ruhlarını ferahlatıcı sihirli kelimeyi bulmuş. Çocuklarınız hiperaktif değil, yani hasta değil; ÖZEL!  İşte müthiş pazarlama taktiği diye ben buna derim. İnsanlara duyma ihtiyacı içinde oldukları şeyi söyle ve malı sat!.
Kitabı okurken 1991 doğumlular henüz on yaşlarındaydı ve kitaptaki tariflere pek uyuyordu benimki. Sonra onüç oldu. Birden indigom değişmeye başladı.  Gözlerine kalem çekip, düşük bel pantolon giymeye, derslerden sıkılmaya başladı.  Bırakın dünyayı kurtarmak. Hiçbir şey umurunda değildi, hatta dünya yansa yaz geldi sanacak kıvama geldi. O duyarlı, ağırbaşlı, iri gözlü indigodan eser kalmadı.
Sıra geldi kristal çocuklara...

Süper pazarlama fikri 3
İşte süper bir pazarlama fikri daha size... 0-7 yaş grubu ne demek? Yuva çocuğu demek değil mi? Aferin. Yani hedef kitleyi doğru saptayalım öyle değil mi? Konu ile ilgili internette söyle bir dolanın. Bakalım sizin de dikkatinizi aynı şey çekecek mi? Bütün konu ile ilgili metinler hemen hemen aynı. Türkiye'de bazı medya organlarında çıkan haberler bir bakın sonra. Bütün metinler ve fotoğraflar tamamen aynı. Hatta demeçleri veren kişiler de aynı.
Yani? Bu ne demek biliyor musunuz? Bu bir paralı reklam, bir halkla ilişkiler faaliyetinin ta kendisi.
Suadiye'de kristal çocuk toplayan bir yuvanın tanıtımı için yapılmış. Bizim meslekte haber-ilan olarak fiyatlandırılan bir çalışma. Tamam buraya kadar bir sorun yok. Benim o yuva sahiplerine diyecek tek lafım olamaz. Parasını ödemişler, reklamlarını yayına sokmuşlar. Lafım bunu televizyonda haber gibi sunan kendini bilmezlere. Para uğruna önüne gelen her haber kasetini ana habere takanlara, her basın bültenini dergisine kapak yapanlara.
‘Elimizde çocuğuyla ilgisiz bir ana-baba kitlesi var. Faydalanalım.’ Bu ticari bakış açısıyla kitap yazma, yuva kurma gibi bir faydacı-yaratıcı fikre kim ne diyebilir ki? Elbette bir aferin de onlara.
Gelelim indigo propagandası yapan dostlarıma. Maalesef böyle dostlarım var. Şöyle bir konuşma geçmişti aramızda o yıllarda.

Süper azarlama fikri 1
-       Geçen gün bir müsamerede indigo çocuk gördüm. Gidip annesini uyardım
-       Ne yaptı çocuk?
-       Gösterinin ortasında kendini yere attı ve 'ben böyle saçma bir oyunda oynanam' diye tepindi
-       Biz buna indigo değil, şımarık diyoruz
-       Hayır, indigo çocuklar böyle, sen kabul et, etme.
-       Bak kızım, özel okullarda var bu indigolar sadece, sence neden?
-       Alakası yok okullar değil, aileler seçilmiş.
-       Hayır! Hepsi şımarık, dadı bozması da ondan!
-       Saçmalama!
-       Sen saçmalama. Mayıs ayında bütün özel okul müsamerelerini gez bak, hepsi böyle şımarık çocuk dolu.
-       Tepkisel bunlar, şımarık değil. Mutlak bir otorite karşısında zorluk yaşarlar.
-       Özel okullarda para için bunlara kimse laf edemiyorlar. Sorun burada. Tam tersi otoritesizlikten çığ gibi büyüdü bunlar.
-       Seninkiler de indigo. İster kabul et, ister etme.
-       Nereden çıktı bu?
-       Çünkü onlar hiçbir şeyi yapmış olmak için yapmak istemezler. Onlar geçirilen her andan somut bir ödül beklerler. Onlara zorla bir şey yaptıramazsınız, karşı koyarlar. Çünkü onlar önce kendilerine inanırlar. Senin çocukların da böyle.
-       Benim hiç bir katkım yok yani? Uzaylılar becerdi bunları öyle mi?
-       Sen seçilmiş bir annesin sadece o kadar!
-       Bana hakaret ettiğinin farkında mısın sen?
-       Kabul et etme... Kızın indigo, oğlun da kristal.
-       Bana bak, benim çocuklarıma böyle abuk subuk yaftalar yakıştırma... Niye böyle bir ayrımcılığa sürüklüyorsun çocuklarımı? İleride ben indigoyum, kristalim, daha beteri çok özelim desinler diye mi?
-       Ee ne olur derlerse, sence ne cevap alırlar?
-       ‘Oğlum bak git!’ Olabilir mi mesela?





24 Nisan 2012 Salı

Tekrar Bak Bana

Onu gördüğümde yirmi yaşındaydım. Aileme ‘Bir kaç gün arkadaşımda kalacağım, vizelere çalışacağız’ diyerek kaçıp gitmiştim ona. Uzun bir yolculuğun sonunda kavuştuğumuzda kendimi bu yabancının kollarına bırakmak hiç kolay olmamıştı. Uzun süre camdan birbirimize baktık. Yıllarca kalın kitapların arasında sakladığım fotoğraflardaki büyük yalanımdı benim. ‘Nasıl buldun, sevdin mi beni?’ diye sordu tam geri dönerken. Nasılsa beni bi daha hatırlamaz diye içimden geçen ne varsa dile döküverdim.
‘Yani seni çok iyi tanıdığımı söyleyemem. Altmış yaşlarında itibarlı bir Dahiliye Uzmanı gibisin. Geçmişinde beyaz tenli siyah saçlı mağrur bir kıza sevdalanmışsında, ailenin zoru ile aristokrat bilgiç bir hanımefendiyle evlendirilmiş biçare soylular gibisin. Yaşanmamış gençliğinin hüznü içinde gizli sanki. Kibirlisin. Yani domuz değil belki ama, bizim oraların neşesi yok işte. Fazla ciddi belki. Bana göre yani... Muzip değilsin. Şaka kaldırır bir halin yok. Aslında aklımdan hep ne geçti biliyor musun? Bir gün şu kibirli ihtiyarın zilini çalıp kaçsam, pencereden pür telaş aşağı bakarken ona nanik yapsam... Böyle şeyler bile düşündüm. Yani azıcık neşelen istedim. Yapsaydım güler miydin? Sana tanıdık çocukların böyle eğlenceleri olmayabilirdi, saçmaladığımla kalırdım. Vazgeçtim...  
Çok heybetlisin aslında. Hayli büyük, engin, derin. Fakat onca heybetine rağmen bir darlığın var. Anlatılamaz bir küçüklük. Sığlık değil, darlık. Daralıyor yani insan bazen. Dar sokakların arasına sıkışmış, kara yüzlü balkonsuz apartmanların heybetli ev sahibisin. Onca gürültünün içinde sessiz, duygusuz, mutsuz. Yol boyunca hatırını soran, tebessümle sabah selamını alan bir Allahın kulu yok. Önüme, bir tekmede uzaklara göndereceğim tek bir top bile çıkmadı. Çelme takacak tek çocuk yoktu sokaklarda. Ter içinde top koşturmadan, ıslık çalmadan, saklambaç oynamadan nasıl büyüdü bu çocuklar? Bisikletle yarışmadan, köşe başı beklemeden, balkondan balkona kesişmeden nasıl aşık oldu gençler? İlk öpüşmelerin koruları hani? Çoluk çocuk düştüğünüz mahalledeki dutluklara, ergenlerin erkek olduğu hergele meydanlarına ne oldu? Yasemin kokulu kızlar hangi merdivende oturdu?’
Uzun uzun yüzüme baktı. Belli belirsiz gülümsedi.  
‘Bir dahaki gelişin erguvan zamanı olsun. Tarabya’da buluşalım. İçinden hayal yüklü gemiler geçen mavili deniz karşımızda, küçük koyda salınan teknelerin beyazlı yelkenleri arkamızda olsun. Önce uçsuz bucaksız deli derinlere, sonra bir de aşna-fişneli koyun koynunda dalalım. Gözlerini şehrin ay ışıklarına, mor salkımlarına kapat istersen. Kendi rengini bulana, denizde yok olana kadar gözlerini hiç açma... 
Erkenden balığa çıkalım seninle. Oradan Beykoz'da dut toplamaya gideriz. Çamlıca tepelerinden aşağı inen yokuşlarda yalınayak paldır küldür koşalım. Kanlıcanın orta yerinde bir taşa uzanıp dinlenelim. Sonra bir motora atlayıp Yeniköy’e gidelim. Yol boyunca martılara simit atalım. Çınar yapraklı sarı sokaklarda el ele yürüyelim Emirgan’da. Aşiyan’dan koz helva alayım sana. Kuruçeşme’de güneş batarken şarap içelim. Mehtabın doğuşunu izlemeye Karaköy’e gidelim. Galata’nın dibindeki salaş lokantada ben sana bin yıllık hikayemi anlatırken lüfer yiyelim. Sonra binelim bir kayığa saltanatın yeni sabahını susarak bekleyelim.
Gün ışırken... Dudak dudağa değmeden önceki an kadar büyülü sessizlik var ya... İşte o benim. Tanısan seversin.’
Büyükada'dan Heybeli Adaya giderken sadece güneşin Burgaz'dan batışını çekmek istemiştim. İstanbul'un süprizli muzip martılarını hesaba katmadan.

21 Mart 2012 Çarşamba

Zeytin Adası'nda Zeytuni Hatıralar


‘Aman kaptan
Al beni götür denizlere’

Bazı şarkılar vardır hani, insanı okşar gibi usul usul alır götürür bir yerlere. Gönül sazının bam telinde mavi yeşil yolculuklar yaptırır. Bir orası bir burası, avare gezinirken karşıma birdenbire bir zeytin ağacı çıktı.

Yıllarca gözümün önünden gelip geçen binlerce zeytin ağacı içinden Fethiye Karagözler Mahallesindeki evimizin alt kattan mutfak, üst kattan yatak odası penceresini şımarıkça zorlayan zeytin ağacı düşüyor aklıma dünden beri. Düne kadar o ağacın hayatımda bu kadar derin iz bıraktığının farkında değildim.
Bu ağacın bende yarattığı büyüyü bulmak için çıktığım düne yolculuk beni oradan oraya savuruyor. Bir aile albümünün içinde dolanıp duruyor işte... Kah bir zeytin yaprağının kadife gümüş karnına gidiyor aklım; kah taşlı tozlu bir adanın kış limanına; kah anneannemin deniz kokan koynunda yaptığım öğlen uykularına. Çocuk aklımda annemin yaş dallardan yaptığı rüzgar gülleri ile rüzgarı kovalıyor, kapandığı gün büyüdüğüm babamın zeytin karası parlak gözlerinde öksüz dünyamı aydınlatıyorum...
Hangi taşı kaldırsam altından ya çocukluğum gülümsüyor, ya da yeni yetme gençliğim. Hangi dalı aralasam ardından evvel zamanlar dikiliyor karşıma. Babam bir zeytin fidanı uzatıyor anneme, ikisi bir olup büyülü bir hayat dikiyorlar toprağa...
Karagözler Mahallesinde doğduğum evin önündeki taşlığa oturup bi soluklanıyor aklım. Başımı bulduğum en geniş omuza yaslayıp şarkımı dinliyorum... 'Aman kaptan, al beni götür denizlere. Aman kaptan, yolculuk ne zaman. Rotamız nereye...'
****
Akşamüstüleri evin hemen önündeki balkon taşlığa oturur, bir yandan demli çayımızı içerken bir yandan da mahalleden gelip geçenlerle kelam ederdik. Güneş şımarık zeytinin arkasında kalır, gri kadife karınlı yapraklar altından olur; dallar kızıl saçlı bir kraliçenin saçlarına benzerdi. Tek ayak üstünde dans eden bir Sinyorita misali, rüzgar eteklerini, şalını savurur, güneş kızıl saçların arasından mahcup veda ederdi güne.
Dökme taş yollardaki kızgın sıcağın yaptığı buğunun arkasından karşı kapılara bakar. Kim öğlen uykusundan kalkmışsa ona 'çaya buyurun' diye seslenirdik. Şımarık zeytinin gölgesinde tatlı hayatlar kurulur, neşeli hikayeler anlatılır, beş taşlar oynanırdı. Aklıma dünden beri düşen zeytini anneannem de bir başka severdi. Onun yağlı bir kırma zeytini olduğu için kıymet verdiğini söylese de; ev ilk alındığında babamın diktiğini arkasından mutlaka eklerdi. Kıymeti hem kendinden hem dikenin kıymetinden menküldur diyemezdi. Ama biz bilirdik. Damadını evladından öte severdi.

Mahalledeki her evin önünde bir zeytin ağacı vardı, hepsinin bir kıymetlisi ve hikayesi vardı. Süheyla teyzelerinki kısa boylu eşek zeytini idi. Tombulluğuna dayanamayıp düşen tanelerin evin önündeki taşlığa bıraktığı yağ izine sinirlenir, 'Koparman şunları!..' diye bize kızar, sık sık onu kesmekten dem vururdu. Rabia teyzeninki kapı önünü bekleyen emektar, küçük taneli kırma zeytindi. Boyundan beklenmeyecek kadar cömertti. Kezban ablaların ağacı epey yüksekti. O zeytini çoğunlukla saklambaç oynarken saklanmak için kullanırdım. Hızlıca tırmanır, sık dallarında kolayca kaybolurdum. Sobelemek için aşağıya inmem ise hep sorun olurdu. Hele Kezban ablanın kocası Suat abi motorunu altına park ettiyse halim hepten haraptı. Mahalledeki en büyük ağaç buydu. Yüksek dalları sadece bana değil; mahallenin bütün cırganlarına da saklanma eviydi. Yaz boyu en canhıraş sesler o zeytin dallarından duyulurdu. Fahriye'lerin evinin önündeki zeytinin tam göbeğinden üç geniş dal kesikti. Kesik dalların gövdesinden oluşan kütükler parke kadar pürüzsüz ve parlaktı. Yanlardan uzayan iki zayıf dalın arasına gerdiğimiz tülbetler ile orayı evcilik evimiz yapmıştık. Kütüklerden birine Fahriye diğerine ben oturur, ortadaki kesik kütük de masamız olurdu. O küçük masanın etrafında mahallenin yakışıklısından dem vurur, çocuk aklımızla mutlu evliliklerin, yaramaz çocukların, sevecen kaynanaların olduğu bir geleceğin çatısını çatardık.

Bazen anneannem özenle evin önündeki şımarık zeytinin yapraklarından toplardı. 1001 tane sayar, hepsine tek tek yasin okur, sonra onları özenle beyaz bir tülbende sarar, ardından da gün ışırken denize atardı. 1001 küçük gri kadife yaprağa neler dilediğini hiç bilmezdik. Anlatmazdı ki... Ne düşünür ne hisseder, o güzel başından neler geçer hiç bilmezdik.

***
İkinci dünya savaşı sonunda adanın el değiştirmesiyle 'yer'lerinden, 'yurt'larından olmuş Rodoslu bir ailenin peri kızıdır anneannem.
Suyun öte yanından gelmiş. Aslına bakarsanız hiç gelmemiş.
Hani şu suyun bir kenarından bakınca doğulu, karşı kenarından bakınca batılı sayılan; iki zıt yön arasında ılık sular gibi akan aykırı ve ayrıcalıklı insanlardan.
'Hiç gelmemiş gibi, hiç duymamış gibi yapan insanlardan'
Onları ilginç yapan, bizim topraklarda onları başka kılan şeyin herkesin düşündüğü gibi olmadığını bir kaç sene önce Claude Gutman'nın İzmir'in çılgın dedikoduları adlı kitabında 'Suyun öte yanından gelenlerin içinde birçok anı ve bir sır gizlidir' cümlesini okuduğum an anladım. O sır, ana vatanlarının karşı taraf olduğunu hissediyor olmalarıydı.
Zaten bu suskunluğun sebebinin yeni memleket sınırları çizilince, sınır dışında kalan yabancı toprakların insanı olmaktan gelen bir 'kimliksizlik' olduğuna hiç inanmıyordum.

Hiç gelmemiş gibi, hiç duymamış gibi yapan insanlar. Başkaydılar.
Bütün bunları dile getirememenin verdiği bilgece suskunlukları; hasretlerini belli etmeme içgüdüsüyle çoşan neşeleri ile başkaydılar. Yoksul toprakların zengin soylusu zeytinler gibi büyülüydüler.

Anneannem de hemen hemen hiç konuşmaz, hiç kavga etmez, hiç bağırıp çağırmaz, sakin ve demokrattı. Kimsenin işine karışmaz, yanında konuşulan konuyu dahi 'Kulak asmadım' diye geçiştirirdi. Kimseye müdahale etmediği halde Havva Faralyalı dendiğinde etrafındaki herkes için dünya adeta dururdu.
Savaş sonrası Rodos dışına gitmeye zorlanınca, Anadolu topraklarına geçmek üzere Türk makamlarına başvurmuşlar. İki yıl susam ektikten sonra arazinin tapusunu almaya da hak kazanacakları şart koşularak, Malatya'dan arazi teklif edilen denizden, zeytinden anlayan bir aile işte. 'Malatya bize olmaz!. En iyisi Fethiye...' deyince Bekir dedem, Fethiye'deki zeytinli adanın varlığının verdiği cesaretle çoluk çocuk bir kayığa binip düşmüşler denizlere. O güne kadar anneannemin duyduğu ama hiç gidip görmediği, benim doğduğum topraklara doğru rotası belli belirsiz, yolcuları sessiz sedasız bir yolculuk... 

Yııllar yılları kovalamış. Bir gece yarısı indikleri Fethiye'de Rodos'lu, Rodos'ta Türk olan aile, iki arada bir derede, yazları orada, kışları burada yaşayıp gitmişler. Hacı Halil Adası gençliklerinin zeytuni rengi olmuş. Yıllarca binlerce anı birikmiş binbir zeytin yaprağına. Çocuklar doğmuş, torunlar olmuş, dedeler ölmüş. Anneannem adanın hanım ağası olmuş zamanla. Zeytin zamanı zeytin silkmeye adaya gider, işçilerle aylar geçirirmiş orada. Annem, iki teyzem ve dayım tek tek anılarına tutunup sallanmışlar. Düşmüşler kalkmışlar. Hacı Halil Adası olmuş 'Bizim Ada'...


****
"Çocuktum, ayıramazdım, ha aşk ha zeytin
aşkı yazsam kağıttan utanırdım, o benden mahcup
zeytine uzansam dalından kırılırdım, benden de çocuk
ikisini de gözle toplamayı sonra öğrendim.."
Haydar Ergülen

O yaz ilk defa adada uzun süre kalacaktık. Ben deli bir Belcekız aşıklısı olduğumdan adaya bu kadar uzun konaklamalı gitmek konusunda sürekli olmadık şartlar öne sürüyordum. İstediğim bütün şartlar kabul edilince de, bahanelerim giriyordu devreye. Sivri sineklerinden sıtma olma olasılığımdan; doğal ortama def-i hacet yapmanın beni bağırsak düğümlenmesine bile götürebileceğinden; yıkanmamanın tenimde yaratacağı derin tahribattan; farelerin veba taşıdığından dem vuruyordum, ama nafile. Tan ağrırken şartlarım, bahanelerim bir kayığın ambarında; ben ise aynı kayığın kıçında denizin üstündeydim artık. Kızıl Ada açıklarını çoktan geçmiş ufukta Bizim Ada hafiften belirmişti. Koyu mavi ılık suya arada bir elimi daldırıyor, bizimle yarışan bir yunusun aniden elime atlaması olasılığından dehşetli bir keyif alıyor; bir daha bir daha elimi suya sokuyor, kayığın hızına avuçlarımla direniyordum. Denizin üstünde zıp zıp zıplayan kayığımızda anneannem, Bilge teyzem, Erdinç dayım, annem, babam ağabeyim Tanju, ben ve şartlarımdan biri olan sevgilim ile büyüsü gittikçe büyümekte olan Bizim Ada'ya doğru yaklaşıyorduk. Pancar motorun gürültüsünden kayıkta konuşulanları duymak mümkün değildi. Sadece yanımda oturup dümen tutan dayımın sesini duyuyordum.

'Kirpiklerini ok eyle, vur sineme öldür beni...'
Bu hüzünlü türkü, dayımın keyifli olduğunda söylediği marşıydı aslında. İçimden ona eşlik ediyordum.
'Bıktım dünyanın tadından, vur sineme öldür beni. Öldür beni'
Sabah çok erkenden, daha deniz yokken başladığımız yolculuk öğleye doğru bitip adaya indiğimizde yaz sıcağı yüzümüze bir tokat gibi vuruyordu. Yolculuğun serinleten meltemi pancar motor ile birlikte durmuş, yerini zeytinin büyülü, sıcak sesi almıştı.

Kayalık arazinin doğal örtüsü kuru çalı çırpının ortasında duran yalnız bir zeytinin önündeyim. Hali hiç iyi görünmüyor. Dalları çelimsiz, yaprakları sarı. Fırtınalı ve yağmurlu geçen bir kışın ard arda düşen yıldırımlardan nasibini almış, gövdesi paskalya çöreği gibi kıvrılmış, keyifsiz bir hali var. "Yıldırımın yakıcı şiddetiyle ortadan boylu boyunca ikiye ayrılırken ne kadar acı çekti kim bilir" diye aklımdan olmadık düşünceler gelip geçiyor. O yaz boyu çekilmiş yedi poz resimden biri elimde. Yıldırımın alevine direnen zeytin ile ben aynı fotoğraftayız. Onca ağacın arasından niçin onunla resim çektirdim acaba? Çünkü dayım onu yaşatmaya çalışıyor. Bütün yaz buna uğraştı. Her yeşeren yeni yaprağa gözü gibi baktı. Yeni filizlerin şerefine kadeh kaldırdı da ondan. Yaşayan bir iki dalı olduğunu ve seneye kadar kendisini toplayacağını söylüyordu da ondan...
Acaba gerçekten hayata döndü mü? Yeşil umuda sarı çiçekler açtı mı bu bahar? Yoksa arsız zenginler onu odun yapıp bir kez daha mı yaktı? Fakir toprakların, zengin soylusunu ne alemde acaba?. Yeri gelmişken rica etsem senden kaptan. Eğer teknenle Göcek'de dolanırsan bu yakınlarda, adanın Yassıcalara bakan tarafında; yaz limanının hemen üstündeki düzlükteki ilk zeytinden bahsediyorum. Bak bakalım duruyor mu? Emeğimiz yeşermiş mi? Aklımdayken, kuyuluğun önünden geçerken bi bakıver, denize sıfır kocaman bir zeytin duruyordu bomboş meydanda. Adayı tershane adasına doğru dolanırken gördüğün büyük düzlükte. Oraya 'kuyuluk' diyor bizimkiler. Ortasında yıkık dökük ama hala içi sağlam kocaman bir sarnıç vardır hani. İşte tam o düzlükte denizin tadından tuzundan içmeye yanaşmış, kışın dev dalgalar ile saçlarını yıkamaya gelmiş de oralarda kalakalmış gibi duran büyük zeytin ağacından bahsediyorum. Bak bakalım hala duruyor mu?

Adada su yok. Elektrik yok. Bedri Rahmi koyundaki akarsuda çamaşırlarımızı yıkanmış, yağhanenin olduğu kış limanından, adadaki yegane eve dönüyoruz. Gün bizi bal gibi yormuş. Neredeyse yerle yeksan sürünüyoruz. Elimizdeki yüklerle biraz tepede kalan eve yürümek hayli eziyetli. Yol gözümüzde büyüyor. Yol boyu sağlı sollu zeytin ağaçlarının altında yılan olması ihtimali çok büyük. Bu yüzden adada gezerken kırık zeytin sırığını elimizden bırakmıyoruz. Yerlerde sürükleyerek, yılanlara sesleniyoruz...
'Tık tık tık...'
Ayaklarımızın altındaki otların kırılırken çıkardığı sesler yolculuğa pek yakışıyor. Bir de canhıraş bağrışları gün boyu dinmeyen ada sakinlerinin sesleri.
'Cır cır cır....'
Uzaktan, hatta ufuktan gelen pata pata seslerini bile duyabildiğiniz, en küçük sesin bile seçilebildiği zamanlardı bunlar. Ve Göcek'i kimselerin bilmediği yıllar.
Limanın üstündeki yüksek düzlükte yemek sonrası iyice koyulmuş bir sohbet var.
- Pata pata pata pata
- Durun biraz sessiz olun....
Dayım gelen sesin ne taraftan geldiğini kestirmeye çalışıyor.
Eşek Adası önünden mi? Kızıl Ada tarafından mı? Domuz Adasından mı? Nereden geliyor ses birazdan anlar.
- Ses Kızıl Ada dan geliyor. Hayırdır Fethiye'den gelenler var...
Sesin geldiği limana doğru inilecek birazdan. Onlar gelene kadar öğlen yemeği üstü bir kahve molası verilecek kadar zaman var. Deniz o kadar sessiz ki... Sadece elle çevrilerek can bulan pancar motorun sesi. 'pata pata pata'
'Kahvemi kıyıya getirin', diyor dayım ve mutfakta dizi dizi duran keçi peyniri kavanozlarına uzanıyor. Hemen anlıyorum, ekmekle hamur yapacak, bir iki sepet atacak denize... Gelenlere hazırlık yapıyor işte besbelli.
- 2 tane atalım bakalım belki bi boklu kefal takılır. Akşam üstü de lopaya çıkarız. Kaç kişi geliyorlar belli değil, ufaktan hazırlık yapalım.
Ne kadar da eminiz bize doğru geldiğinden o seslerin. Kime gidecek ki? On iki adalarda bi başımıza bi biz varız; bir de biz...
Tershane adasındaki Osman amcanın keçi peynirlerini yemeye doyamıyorum. Anneannem diyor ki 'Keçiler zeytin yediklerinden yağlı sütleri. Aromalı lezzetli..
Adada ne bulup yiyecekler. Yokluktan varlık işte'...
Açılan kavanozdan yayılan kokuya dayanmam mümkün değil. İçleri peynir suyu ile hamur olan ekmeklerin artan kabuklarının içine kocaman bir dilim varlık koyup... mımmm.. nefissss... Birkaç kişi iniyoruz kıyıya. Kahveler arkadan gelecek. Sepetleri kıyı kayalıklara yerleştiriyor dayım.
- Keşke geceden bir iki tane de kabak atsaydık. Galiba Yıldıray kaptan geliyor, ses onun sesi, bir sürü gelen olur şimdi onunla.
Yıldıray kaptan... Denizin kavurduğu bir kumral. Sessiz, sakin ve usta. Deniz ustası işte. İşini iyi beceren her erkek kadar çekici. Limandaki en büyük kayıklardan biri onda, tentesi bile var. Bembeyaz bir tente. Kayığın kenarlarında ızgara oturaklar var. kocaman göbekli yayvan kayığın içi de ızgara. Tokyo terliklerim araya kaçmasa daha iyi ama kaçıyor işte. Olsun, dalgaları yaran bir yunus o, terliğim feda olsun. Kenarında can kırmızı 'Yıldıray' yazıyor. Zeytin adasına gelmek için denize mahir olmayanların ilk tercihi. Bir de oğlu Sadık'ın teknesi var. Saldıray. Eğer o geliyorsa hepten yandık, o daha büyük ve hızlı. Pek sık onla gelen olmaz ama neyse, gelen de sağ olsun gelmeyen de. Kahveler geldi bile... Bakır cezveden soğumadan fincanlara servis ediliyor zeytinlerin altında.
pata pata pata....
- Dayanamıycam ben denize atlıyorum dayı. Yüzerek adanın kıyısından kim geliyor bakıcam.
- Sen oraya varana kadar gün geceye karışır... diyerek benimle alay ediyor.
Haklı olabilir ama olsun ben atlıyorum suya... Dipten uzun uzun denizi selamlayıp suyun üstüne çıkıyorum. Yüzüyor, yüzüyor, yüzüyorum... Su o kadar berrak ki altımdaki deniz kestanelerini tek tek selamlamak mümkün. Kayaya çıktım bile... Şu zeytinin altında bir nefes alayım, keyifle bakayım gelen kim?
- Saldıraaaaaaaay!..
Tekne beni görünce hız kesiyor...
'Pat pat pata pata pat pat'
İçinde bağıranlar çağıranlar, el sallayanlar var. Güneş tam gözümün içine giriyor. Tam tanıyamadım ama galiba içinde...
Tekne kayalara vurmamak için açıktan dönüyor adanın köşesini. Beni almak için durdu duracak. Sen devam et, ben yüzerim diyorum işaretle. Tekrar gaz veriyor pancara... Pata pata pata yola devam ediyor. Saldırayın dümen suyuna kapılmadan yüzmeye başlıyorum. Tekneden biri atlıyor.
- Kimler var teknede? Tam seçemedim.
- Kimi ararsan var işte.
- E hadi bakalım. Ne kadar kalacaksınız?
- Biz 4 gece. Sebastian ve Mario'lar bir ay....
- Neeeeeee!.. Onlarda mı geldi?
Çok seviniyorum. Bu yaz neşeli geçecek. Hem de çok neşeli...
Mario ve Roberta Milano'da, Judy ve Sebastian Berlin'de yaşıyor. Sebastian öğretmen. Sımsıcak bir Alman çift ile hayli marjinal bir İtalyan çift. Bir kaç yaz önce tesadüfen yolları düşmüştü Zeytin adasına. 'Yine geliriz' dediler o yaz giderken ve işte yine geldiler. Kimlerle? Teyze oğlum Bekir, karısı Nilgün ve minicik 5 aylık bebekleri. Ankara'dan iki ortak arkadaşımız ve şimdi adını bile hatırlamadığım biri daha var. Biz evde kalacağız. Yabancılar ise kuyuluk yolundaki zeytinlerin dibinde çadırlarda. Bazı geceler kalmak için bizim de bir çadırımız var kurulu orada. Hafif tepede, bol ağaçlı ve manzaralı bir yer.

Arazi set set olduğundan zeytin yaprakları yeşil bir gizli bahçe gibi her şeyi saklıyor. Orada kurulu bir de demirbaş hamağımız var. Ağacın epey üstlerinde kalın bir dala kurulu, kendini zeytinin kollarında uyuyor hissediyor insan. İşte tam oraya kuracaklar çadırları.
Bir ay boyunca her gün aynı şeyi yapmamıza rağmen her günümüz birbirinden renkli geçiyordu. Peynir hamurları ile Yassıcalardan ya da Boynuz Büküğünden teke süz. Güneş battığında Şeytan adası açıklarında lopaya çık. Arada kalan zamanda ekmeği mayala. Erzak almaya Göcek'e in. Sıcak bastıkça denize dal. Yüzerken gözüne üstüne taş toplamış bir kara diken çarparsa oracıkta kır ve yut. Yüzmekten yorulduysan kitabını al hamağa uzan. Çok enerjin varsa adada dolaş. Daha önce bellediğin olmuş incirleri topla. Yere düşürebildiğin bademlerin tadına bak.
Tam o sırada 'biraz baksana' diye sana seslenen biri olursa, bir gümüş kadife zeytin yaprağını dişlerinin arasına sıkıştır, dön ve objektife gülümse...