Her şey
bundan üç sene evvel YapımLab’ın açtığı Yekta Kopan ile Okumak/Yazmak Atölyesine
kayıt olmamla başladı.
O sırada
okumadığım yeni çıkan kitaplar listesi giderek dağ gibi başucumda kâbus olup
birikiyordu. Hayat şartları kitap okumakla ilişkimi oldukça bozmuştu. Bir
yolunu bulup, bana uygun bir okumak yazmak atölyesine gitmeye karar verdim.
Atölyeye okur yolculuğumla bozulan ilişkimi toparlamak amaçlı bir terapi olarak
bakıyordum.
Bu duygularla
kayıt olduğum YapımLab Yekta Kopan
Atölyesi bana umduğumun çok daha ötesinde kazanımlar sağladı. Kitap okumayı
öğrendim. Evet öğrendim. İnsanların ruhlarına dokunma isteğim arttı. Öykü
çözümlemeyi, karekter yaratmayı, olana bitene yazar gözüyle bakmayı, olay
örgüsünü, kurmaca dünya kurmayı öğrendim. On derslik ilk kur bitti. Ardından on
ders daha.. ve bir on ders daha. Biten kur bana yetmedikçe yetersizliğimi
görüyordum. Bildikçe bilgisizliğimle yüzleşiyordum. Okumakla kalmıyor,
yazıyordum. Son dersimizde Yekta Kopan beni, “Sen artık romanını yazmalısın,
hikâyen de hazır,” diyerek uğurladığında omuzlarıma bırakıverdiği yük öylesine
güzeldiki.
Okumak/Yazmak
Atölyesi devam ederken, eş zamanlı olarak YapımLab’da sinema üzerine eğitimler
başlamıştı. Bir gün Yekta Kopan yazdığım öyküyü dinledikten sonra, “Sen aslında
öyküden çok senaryo yazıyorsun, senin her öykünden film olabilir,” dedi. Yekta
Kopan’nın bu görüşünü Zeynep Özbatur’la paylaştığımda şans bu ya bir kaç hafta
sonra bir senaryo atölyesi başlıyordu. Hemen karar verip, senaryo atölyeye
kaydımı yaptırdım. İki kursu bir arada yürütmek beni zorlayacak olsa da denemeye
değerdi.
Eğitim Senaryosu
Nilgün Öneş
ile senaryo atölyesi benim için bir başka yola doğru ilk adım oldu. Uygulamalı
bir atölyeydi. Kendi oluşturduğumuz hikâyeyi senaryolaştırmamız üzerine
kuruluydu. Senarist mantığının nasıl çalıştığını, senaristin anlamını, öykü
yazmakla senaryo yazmanın derin farkını tam olarak görebildim. Haftanın bir
günü yazdığım gereksiz cümleleri, bir başka günü yazdığım gereksiz planları
atıyordum. Senaryo yazımından önce uzun bir dramaturji safhası gerektiği,
araştırmanın çok önemli olduğu netti. Sosyoloji, felsefe, ekonomi, mühendislik,
gurmelik, hatta tıp bilgisinin gerektiği, eğer bilmiyorsan mutlaka
uzmanlarından görüş alınması gerektiği, masa başı çalışması dediğimiz uzun bir
süreçti bu. Hem çok zevkli hem de çok gerçekti. Öykü yazarken alabildiğine
koptuğun gerçekliğe, senaryo yazarken olabildiğince yakın durmak gerektiğini
gördüm. Gerçeklik! Benim için biçilmiş kaftan buydu. Araştırmak! Benim en çok
keyif aldığım alandı.
Bu dönemde
gidebildiğim bütün seminerlere katıldım. Ustaları dinledim. Notlar aldım. Bu
notlar sırasında üç konunun önemli olduğuna karar verdim: Birincisi, seni
motive edecek bir derdin olmalıydı.
Derdini özgün bir hikâyeyle anlatmalıydın. Anlatmak yetmiyordu.
Öykücülükten farklı olarak senaryo yazımının kendi içindeki matematiği kavraman
gerekiyordu. İkincisi; elindeki altmış,
yetmiş sayfalık senaryoya bir yandan seyirci gözüyle, öte taraftan yapımcı gibi
bakabilmeyi bilmen gerekiyordu. Teknik düzeyde çekim süreci bilgi ve deneyimine
sahip olmak şarttı. Üçüncüsü ise sinemanın bir sektör olduğunun bilincinde
olup, sektörü ve dinamiklerini öğrenmekti. Yani eğitim şarttı. Eğitime devam
ettim.
12 haftalık
Nilgün Öneş atölyesi biter bitmez, YapımLab’da Burak Göral ile Senaryo Yazmak Atölyesine
başladım. Uygulamalı bir kurs değildi. Daha metodik bir atölyeydi. Mevcut
filmlerin röntgenini çekiyorduk. İşin içine görsel anlatı, zamanlama ve anlatım
yöntemleri de girmişti. Yönetmenleri tanımaya başladım. On haftalık eğitimde,
filmleri anlamak ve çözümlemek amacıyla izlemeyi öğrendim. Bir film
eleştirmeninin gözünden filmlere bakmayı öğrendim. En önemlisi bir eleştirmen
filmlerde neye bakar bunu keşfettim. Senaryo yazmanın matematiği nedir? Doğru
formatlar. İyi bir filmde senaryonun oynadığı rol nedir? Ekip işi olan sinemanın senaryo başarısından
ya da yönetmenin becerisinden ibaret olmayan büyük bir bütün olduğuna ikna
oldum. Sinema filmi adı altında toplanan bütün sanatların hatta kuramların
kurgusal bir şölene nasıl dönüştürülebileceğini sezdim. Burak Göral’ın
bloglarını takip edip, izlediğim filmlerle ilgili görüşlerine bakıyordum.
Sinema üzerine kuramsal kitaplar okumaya, dahası yeniden yıllar sonra felsefe
okumaya başladım. Sinema ve felsefe iyi bir ikiliydi. Felsefesi olmayan senaryo,
evrenselliğinden çok şey kaybediyordu. Sinema kuramcılarının peşine düştüm.
“İyi film” denilen filmlerdeki iyinin en temelde ne olduğunu anlamaya gayret
ettim.
Hala
eksiktim. Sektörü tanımıyordum.
Sektörden Önce Kaktüs
Eğitim sadece
sınıf sıralarında ve uzman ellerde olmuyor kuşkusuz. YapımLab’da yerleşik
yuvarlak masanın başına toplanmış seçilmiş dostlarla da olabilir. Yekta Kopan Atölyesinde
giderek çoğalan bir ekip olmuştuk. Her Perşembe ders çıkışı, Cihangir Kaktüs’de
toplanıp hayattan, edebiyattan konuşup ruhlarımızı iyileştiriyor, birbirimizi
geliştiriyorduk. Eğitiyorduk. Yuvarlak bir masanın etrafında toplandığımız o
ilk Kasım akşamına kadar hayatın köşeli, dikdörtgen masalarında düz çizgilerden
düşmeden iyi niyetle hayallerine yürümeye çalışan, yolu YapımLab’dan geçen
yirmi iyi insan. Günlerce, saatlerce konuştuk. Birlikte sinema festivallerine,
tiyatrolara, sergilere, seminerlere, konserlere, söyleşilere, konferanslara
gittik. Hep niyet ettik ama bir kere bile Nevizade’de rakı içmeyi beceremedik.
Giderek öykülerimiz birikti. Çok oldu. Çok olduk, kendimize bir blog açtık.
Adımızı Cihangir’de YapımLab’da bizi buluşturan o büyülü yerin adını verdik,
“Yuvarlak Masa Yazarları” dedik. Blogumuz daha ilk haftadan on bin kere ziyaret
edilince, kendimize güvenimiz arttı.
Mükemmel bir ekip olmuştuk. Hepimizin öykülerinden oluşan bir toplu öykü kitabı
bastırmaya karar verdik. Şu anda onun çalışmaları devam ediyoruz. Önümüzdeki
yıl, bahar aylarında kitabımız raflarda da olmasını ümit ediyoruz.
Zeynep Özbatur Atakan ile Yapım Atölyesi
Hikâyenin ilk
pik noktası YapımLab’a ayak bastığım gün ise, ikinci pik noktası bu atölyeye
başladığım gündür. On yedi sene reklamcılık yapmış biri olarak, yaratıcı
sürecin, ekip yönetiminin, film setlerinin, ürün satmanın, marka yaratmanın ne
demek olduğunu biliyordum ancak sinema sektörünün ne olduğunu bilmiyordum.
Sinema tam anlamıyla bir sanat değildi. Sinema bir sektördü. İşin içinde
yaratıcılık belki ön planda idi ama tek başına yaratıcılığın hiç bir anlamı
yoktu. Dünyanın en iyi senaryosunu
yazsan, dünyanın en iyi yönetmeni olsan da tek başına bir hiçtin. Sanat
olamaması da işte bu ‘iş’ olma durumu nedeniyleydi. Sinema bir işti.
Öğrenilebilir bir şeydi. İşte bu anlamda eğitim şarttı. Oysa Edebiyat/yazarlık öğrenilebilir bir şey
değildi. Yalnız başına bir süreçti. İşte o yüzden sanattı. Yazmak önemli oranda
şahsi yetenek gerektiriyordu. Olmamış
bir metni olduracak görüntüler, müzik, efekt gibi yan dalların desteği yoktu.
Tüm duyguları cümlelerinle satır satır ifade edebilmeliydin. Eğitim ile sadece
doğru yazmayı ve okumayı öğreniyordun, bir de yazıp yazamayacağını. Bu da
azımsanacak bir bilgi değildi, en azından rasyonel hayaller kurmak için insanın
aklını başına getiriyordu.
(Buraya bir ekleme yapmam gerek. YapımLab’da
yapımcılık kursuna başladıktan kısa bir süre sonra bir eleştirmene yazdıklarımı
okutmak ve yazmak konusunda kendime doğru/gerçekçi notumu vermek için bir başka
oluşumun edebiyat atölyesine daha gittim. Hikâye analizi ve yazdığım
öykülerimin, eleştirmen gözüyle incelendiği altmış saatlik kursun sonunda bir kitap
bastırmanın yazmaktan daha zor olduğuna ikna olmuştum. Eleştirmenleri ve
yayınevlerini ikna edecek bir kitap yazmak kolay bir şey değildi. Parayı
bastırırsan ilk öykünü yayınlatabilir ya da ilk kitabını bastırabilirdin. Bu
bilgi bana yetti. Kitabımı param olunca yazmaya karar verdim.)
Zeynep
Özbatur’la yapımcılık dersi için girdiğim sınıf gerçekten benim için büyük bir
şanstı. Sınıfta inanılmaz bir sinerji ve ekip ruhu vardı. Daha ilk haftadan
birbirine destek olmak isteyen, egoları sıfır, sinema için bir şeyler yapmaya
kararlı yönetmen adayları, yapımcı adayları, bir gazetenin sinema yazarı,
oyuncu ve senaryo yazarı adaylarının olduğu bir sınıftı. Zeynep Özbatur’un
yarattığı sinerjiyle eğitim günleri çok keyifli ve verimli geçiyordu. Altı ay
sürdü. Zeynep, sinemanın bütün bileşenlerini yaşadığı deneyimlerden
örnekleyerek, onca yıldır biriktirdiği hazine değerindeki hiç bir bilgiyi
sakınmadan oluk oluk akıtıyordu bizlere.
Yapım Atölyesinde
bir film senaryosuna yapımcı ve en nihayetinde seyirci gözü ile bakmayı, senaryo
yazarken hayal gücüne gaz verip bir planda bir film bütçesi maliyeti gerektiren
planlar yazıvermemeyi, senaryo aşamasında güçlü ve zayıf yanları keşfetmeyi,
bir filmin “ana cümlesinin” niçin çok önemli olduğunu, her senaryoyu her
yönetmenin niçin çekemeyeceğini, hangi projeye hangi kanallardan fon
bulunabileceğini, hukuksal süreçleri, telif haklarını, dağıtımın inceliklerini,
film pazarlarını ve beklentilerini, ulusal ve uluslararası sinema satış
marketinin dinamiklerini, ortak yapımcı bulmanın püf noktalarını, setten yayın
kopyasına kadar giden sürecin önceden nasıl planlanıp bütçelendirileceğini,
Proje projelendirmeyi, yapımcının para veren etkisiz eleman değil, aslında
sektörün beyni olduğunu öğrendim.
Artık
senaryolara bu gözle bakıyorum. Fon bulabilir mi? O sahne gerekli mi? Karakterler
tutarlı mı? Gişe mi yapar, ödülleri mi toplar? Ortak yapımcı kim olabilir?
Bütçesi yaklaşık ne olur? Hepsini elime gelen dosyayı okuyarak tahmin
edebiliyorum. Elbette bunda diğer eğitimlerin, elimdeki felsefe diplomasının,
psikolojiye duyduğum özel ilginin ve reklam deneyiminin büyük etkisi vardı.
Kurs bittiğinde hepimiz elimizi
taşın altına koyup öğrendiklerimizi deneyim etmeliydik. Zeynep’in bize en
önemli tavsiyesi buydu. Telefonla bile olsa bir kısa film çekin, diyordu.
Hepimiz Zeynep’in danışmanlığında projeler oluşturduk. Bütçeler yaptık ve
filmlerimizi çekip, Aralık ayındaki toplu gösterimde buluşmak üzere dağıldık.
Ama hiç kopmadık. Herkes birbirine yardım etti.
Kendi
öykülerimden bir kısa film çıkarmakta zorlanıyordum. Dışarıdan bakamıyor, benim
anladığım şeyi başkalarının bire bir anlamamasından hatta yorumlamasından
rahatsız oluyordum. Henüz tam profesyonel değildim. Yönetmenlik gibi bir
hevesim de hiç yoktu. Fikirlerimin, hayatımdan izler taşıyan hikâyelerin
başkaları tarafından değişime uğramasına seyirci kalamıyordum. Senaryomu teslim
edeceğim yönetmen onu elleyip, koklayıp kendine göre başka bir şey yapacaktı.
Buna hazır değildim. Başka birinin öyküsünü senaryolaştırmam gerekiyordu. Öykü
kitabı okumaya başladım.
Bu sırada
altmış saatlik edebiyat kursuna da devam ediyordum. O sınıfta YapımLab’daki
Yekta Kopan kursundan arkadaşlarım vardı tabi... Bu sefer uzun bir dikdörtgen
toplantı masasının etrafında uzun cetvel gibi diziliydik. Öykü kitaplarıyla da
bir yere varamadım. Zaten bir öğrenci filmi için telif ödemeyi gerektirecek bir
çözüm, yüksek bir bütçe de çok anlamsızdı. Bu yolla senaryolara anlam katan
yazar/yönetmen görüşü denen ve aslında her şeyi anlamlı kılan alt metne de ulaşamıyordum.
Bu öyküyü neden yazdığını anlattığı metne ihtiyacım vardı. Senaryo hatta film
bu metin ile can buluyordu benim zihnimde. Bildik tanıdık bir yazara ihtiyacım
vardı. Beni seven bana güvenen dost bir yazara.
Kendisi Kısa, Hikâyesi Uzun Film
“ADEM ELMASI”
YapımLab
Yekta Kopan atölyesinden tanıdığım Şebnem Dönmez de benden bir önceki kurda
YapımLab’da Zeynep’in yapım atölyesine katılmıştı. Aslında onunda yapması
gereken bir bitirme ödevi vardı. Bir senaryo yazalım ve sonra çekelim diye
anlaştık. Yönetmenliği o yapacaktı. Uzun bir ön hazırlık dönemi geçti. Filmler
izledik, kitaplar okuduk, yazdık çizdik. Ana tema aradık. Çalıştık. Çalıştık.
Sonra bir gün bir şey oldu. YapımLab Yekta Kopan atölyesinden tanıdığım Gülda
Şahin ile altmış saatlik kurstaydık. Öyküsünü okudu ve eleştirmen/yayıncı
hocamız, “Hiç beğenmedim,” deyiverdi. Oysa ben bayılmıştım. “Ben bu öyküyü istiyorum,
kısa filmini yapalım,” dedim. “Verdim gitti, hatta çekimler için para da
veririm,”dedi Gülda. Meğer bir önceki yıl gittiğimiz ve benim olmadığım bir
derste Yekta Kopan atölyesinde aynı öyküyü okumuş, atölye öğrencilerinden
arkadaşımız cast direktörü Harika Uygur, “Bundan kısa film olur,” demiş. Aklın
yolu bir.
Şebnem öyküyü
okudu, beğendi. Hemen ertesi gün buluşup senaryoyu yazdık. Senaryoyu okuyan
herkes çok beğeniyordu. Öyküsü yeniden ele alınan, adı değişen ve başka bir
hale dönüşen Gülda’nın senaroyu ilk okuduğunda en derininde neler hissettiğini
hiç bilemedik. Benim kaygılarımı taşıdı mı soramadık. Ama ben yazara ve onun iç
dünyasına yakın olduğumuza emindim. Güzel, dedi. Çok heyecanlandım, dedi. “Adem
Elması çok güzel isim,” dedi. “Sözüm söz,” dedi. “Sizi seviyorum,” dedi.
Yürektendi.
İş çekim
senaryosu ve hazırlıklarına gelmişti. Şebnem gerçekten çok titiz çalıştı. İlk
film için duyulan bütün heyecanları duydu. Aslında senaryoyu yazdığımızdan
sonrasını Şebnem’den dinlemek lazım. Uzun bir hazırlık sürecinden sonra film
geçtiğimiz akşam çekildi. Aralık ayındaki YapımLab öğrenci filmleri toplu
gösterimine hazır olacak. İlk film için hatalarımız olabilir ama bizler iyi
öğrencileriz, gerçekten iyi niyetle çok çalıştık. Hala öğrenmem gereken çok şey
var. Eğitime devam.
Bu uzun hikâyenin
kahramanları Şebnem, Mehtap ve Gülda’dan ibaret değil elbette. Kahramanların
tamamının tek tek isimleri kalbime yazılı. Biz iyi bir ekibiz. Bizi bir araya
getiren YapımLab’a, kalbimizdeki ışığı doğru yöne tutmamıza vesile olan Yekta
Kopan’a, Nilgün Öneş’e, Burak Göral’a,
Zeynep Özbatur Atakan’a, hayalimizi ete kemiğe büründüren herkese…
Kalpten sevgiler.