Fethiye'nin dökme taş yollarında başlayıp, mavi yeşil
sularda derinlere dalan eskilerdeyim. Tepesi delik yollarında güneyin delisi
gibi dolanıyor aklım. Bir o mavi koy, bir bu kara zeytin gölgesi. Bulduğum bir
kaba ardıcın pürüne yaslanıp dinleniyor arada. Bildiğim bütün Fethiye
türkülerini mırıldanıyor içim.
'Yaslanaydım kaba ardıcın pürüne
Dinleyeydim kekliklerin sesini...
Ünledim ayşe diye,
Odayı döşe diye.
Ünledim fatma diye,
kaşları çatma diye...'
Dökme taş yolların yokuş başlarında çocuk aklım. Özlem bildiklerimi döke saça yokuş aşağı koşuyor. Durduramıyorum, aklım kaçıyor... Ağaca çıkmaya, ilk yağmurla toprağa yayılan salyangozları toplamaya. Her şeyi
bir bir hatırıyor. Ne yaşadıysa, ne öğrendiyse hepsini. Tükürükle çiyan
öldürmeyi, ağaçlardan ağustos böceği yakalamayı, çam pürsülünde kaymamayı,
güneşte yağan yağmurun adını, keçi beslemeyi, turunç aşılamayı, tarhana
ufalamayı, balıklarla yarışmayı, topuktan kara diken çıkarmayı, yıldızlara
bakıp hava tahmini yapmayı, teke süzmeyi, sırtı çekmeyi, rüzgarların alametini.
Kesik kapılı delikanlıyı. Sarıyı... Öpüşmeyi.
Ağustos sıcağında Mendos'un en karlı tepesinden
ünlüyorum sıcak şehre. Sesim bana geri dönüyor. Kimseden ses seda yok. Şehirde ölüm sessizliği var. Terim kar, deniz kan kokuyor. Korkuyorum...
Günlükbaşı'ndan giriyorum, Karagözler'den çıkıyorum. Arıyorum.
Yok. Vuruyorum Belcekız yollarına kendimi. 'O yok, gitti’, diyorlar. İnanmıyorum. 'İnan' diyorlar...
Sonrası kar, fırtına,
yağmur. Bahar yağmurlarına benzemiyor iri damlalar. Yaz sıcağında sırtından süzülen ter
gibi ılık. Karagözlerden yanaklarıma, yanaklarımdan toprağının koynuna sağnak. Aklıma sakladıklarımı hatırlıyorum. Çalış’taki
sediri. Analarımızın rahmine peşpeşe düştüğümüz tahta barakanın rüzgarda
çıkardığı sesi. Sana mavi bana pembe örülen patiklerimizi. Hikayemizi. Önce sen doğuyorsun sonra
ben. Sen sapsarı, ben kapkara. Sana ibiş diyorlar, bana çitlenbik. Sen ikinci
Karagözler'de büyüyorsun, ben birinci.
Güneşin kavurduğu bir yaz sıcağında bunalıp hesapsız
dalıyoruz turkuvaz koya. Sen balık gibi, ben karabatak gibi. Çok gülüyoruz. Sen
gözlerini kısarak, ben ağzımı fırın gibi açarak. Bir damda, yanyana yatmaya
aşina iki çocukken, bir avazda genç oluyoruz. Yaz alevi misali gençlik ateşi yakıyor çocuk
tenimizi. Kelebekler vadisinin bütün kelebekleri buse olup dudaklarımıza konuveriyor.
Al yanaklarımız bizi ele veriyor. İki mahçup kelebek gibi anları kızgın kuma
gömüp yaza veda ediyoruz. Sen için için ağlıyorsun, ben canhıraç.
Yıllar... Yıllar kamyon gibi üzerimizden geçiyor. Aralık oluyor, önce sen ölüyorsun, sonra ben.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder