Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

6 Aralık 2012 Perşembe

Hikayecinin Hikayesi


Her şey bundan üç sene evvel YapımLab’ın açtığı Yekta Kopan ile Okumak/Yazmak Atölyesine kayıt olmamla başladı.
O sırada okumadığım yeni çıkan kitaplar listesi giderek dağ gibi başucumda kâbus olup birikiyordu. Hayat şartları kitap okumakla ilişkimi oldukça bozmuştu. Bir yolunu bulup, bana uygun bir okumak yazmak atölyesine gitmeye karar verdim. Atölyeye okur yolculuğumla bozulan ilişkimi toparlamak amaçlı bir terapi olarak bakıyordum.
Bu duygularla kayıt olduğum YapımLab  Yekta Kopan Atölyesi bana umduğumun çok daha ötesinde kazanımlar sağladı. Kitap okumayı öğrendim. Evet öğrendim. İnsanların ruhlarına dokunma isteğim arttı. Öykü çözümlemeyi, karekter yaratmayı, olana bitene yazar gözüyle bakmayı, olay örgüsünü, kurmaca dünya kurmayı öğrendim. On derslik ilk kur bitti. Ardından on ders daha.. ve bir on ders daha. Biten kur bana yetmedikçe yetersizliğimi görüyordum. Bildikçe bilgisizliğimle yüzleşiyordum. Okumakla kalmıyor, yazıyordum. Son dersimizde Yekta Kopan beni, “Sen artık romanını yazmalısın, hikâyen de hazır,” diyerek uğurladığında omuzlarıma bırakıverdiği yük öylesine güzeldiki. 
Okumak/Yazmak Atölyesi devam ederken, eş zamanlı olarak YapımLab’da sinema üzerine eğitimler başlamıştı. Bir gün Yekta Kopan yazdığım öyküyü dinledikten sonra, “Sen aslında öyküden çok senaryo yazıyorsun, senin her öykünden film olabilir,” dedi. Yekta Kopan’nın bu görüşünü Zeynep Özbatur’la paylaştığımda şans bu ya bir kaç hafta sonra bir senaryo atölyesi başlıyordu. Hemen karar verip, senaryo atölyeye kaydımı yaptırdım. İki kursu bir arada yürütmek beni zorlayacak olsa da denemeye değerdi.

Eğitim Senaryosu
Nilgün Öneş ile senaryo atölyesi benim için bir başka yola doğru ilk adım oldu. Uygulamalı bir atölyeydi. Kendi oluşturduğumuz hikâyeyi senaryolaştırmamız üzerine kuruluydu. Senarist mantığının nasıl çalıştığını, senaristin anlamını, öykü yazmakla senaryo yazmanın derin farkını tam olarak görebildim. Haftanın bir günü yazdığım gereksiz cümleleri, bir başka günü yazdığım gereksiz planları atıyordum. Senaryo yazımından önce uzun bir dramaturji safhası gerektiği, araştırmanın çok önemli olduğu netti. Sosyoloji, felsefe, ekonomi, mühendislik, gurmelik, hatta tıp bilgisinin gerektiği, eğer bilmiyorsan mutlaka uzmanlarından görüş alınması gerektiği, masa başı çalışması dediğimiz uzun bir süreçti bu. Hem çok zevkli hem de çok gerçekti. Öykü yazarken alabildiğine koptuğun gerçekliğe, senaryo yazarken olabildiğince yakın durmak gerektiğini gördüm. Gerçeklik! Benim için biçilmiş kaftan buydu. Araştırmak! Benim en çok keyif aldığım alandı.
Bu dönemde gidebildiğim bütün seminerlere katıldım. Ustaları dinledim. Notlar aldım. Bu notlar sırasında üç konunun önemli olduğuna karar verdim: Birincisi, seni motive edecek bir derdin olmalıydı.  Derdini özgün bir hikâyeyle anlatmalıydın. Anlatmak yetmiyordu. Öykücülükten farklı olarak senaryo yazımının kendi içindeki matematiği kavraman gerekiyordu. İkincisi; elindeki  altmış, yetmiş sayfalık senaryoya bir yandan seyirci gözüyle, öte taraftan yapımcı gibi bakabilmeyi bilmen gerekiyordu. Teknik düzeyde çekim süreci bilgi ve deneyimine sahip olmak şarttı. Üçüncüsü ise sinemanın bir sektör olduğunun bilincinde olup, sektörü ve dinamiklerini öğrenmekti. Yani eğitim şarttı. Eğitime devam ettim.
12 haftalık Nilgün Öneş atölyesi biter bitmez, YapımLab’da Burak Göral ile Senaryo Yazmak Atölyesine başladım. Uygulamalı bir kurs değildi. Daha metodik bir atölyeydi. Mevcut filmlerin röntgenini çekiyorduk. İşin içine görsel anlatı, zamanlama ve anlatım yöntemleri de girmişti. Yönetmenleri tanımaya başladım. On haftalık eğitimde, filmleri anlamak ve çözümlemek amacıyla izlemeyi öğrendim. Bir film eleştirmeninin gözünden filmlere bakmayı öğrendim. En önemlisi bir eleştirmen filmlerde neye bakar bunu keşfettim. Senaryo yazmanın matematiği nedir? Doğru formatlar. İyi bir filmde senaryonun oynadığı rol nedir?  Ekip işi olan sinemanın senaryo başarısından ya da yönetmenin becerisinden ibaret olmayan büyük bir bütün olduğuna ikna oldum. Sinema filmi adı altında toplanan bütün sanatların hatta kuramların kurgusal bir şölene nasıl dönüştürülebileceğini sezdim. Burak Göral’ın bloglarını takip edip, izlediğim filmlerle ilgili görüşlerine bakıyordum. Sinema üzerine kuramsal kitaplar okumaya, dahası yeniden yıllar sonra felsefe okumaya başladım. Sinema ve felsefe iyi bir ikiliydi. Felsefesi olmayan senaryo, evrenselliğinden çok şey kaybediyordu. Sinema kuramcılarının peşine düştüm. “İyi film” denilen filmlerdeki iyinin en temelde ne olduğunu anlamaya gayret ettim.
Hala eksiktim. Sektörü tanımıyordum.

Sektörden Önce Kaktüs
Eğitim sadece sınıf sıralarında ve uzman ellerde olmuyor kuşkusuz. YapımLab’da yerleşik yuvarlak masanın başına toplanmış seçilmiş dostlarla da olabilir. Yekta Kopan Atölyesinde giderek çoğalan bir ekip olmuştuk. Her Perşembe ders çıkışı, Cihangir Kaktüs’de toplanıp hayattan, edebiyattan konuşup ruhlarımızı iyileştiriyor, birbirimizi geliştiriyorduk. Eğitiyorduk. Yuvarlak bir masanın etrafında toplandığımız o ilk Kasım akşamına kadar hayatın köşeli, dikdörtgen masalarında düz çizgilerden düşmeden iyi niyetle hayallerine yürümeye çalışan, yolu YapımLab’dan geçen yirmi iyi insan. Günlerce, saatlerce konuştuk. Birlikte sinema festivallerine, tiyatrolara, sergilere, seminerlere, konserlere, söyleşilere, konferanslara gittik. Hep niyet ettik ama bir kere bile Nevizade’de rakı içmeyi beceremedik. Giderek öykülerimiz birikti. Çok oldu. Çok olduk, kendimize bir blog açtık. Adımızı Cihangir’de YapımLab’da bizi buluşturan o büyülü yerin adını verdik, “Yuvarlak Masa Yazarları” dedik. Blogumuz daha ilk haftadan on bin kere ziyaret edilince,  kendimize güvenimiz arttı. Mükemmel bir ekip olmuştuk. Hepimizin öykülerinden oluşan bir toplu öykü kitabı bastırmaya karar verdik. Şu anda onun çalışmaları devam ediyoruz. Önümüzdeki yıl, bahar aylarında kitabımız raflarda da olmasını ümit ediyoruz. 

Zeynep Özbatur Atakan ile Yapım Atölyesi
Hikâyenin ilk pik noktası YapımLab’a ayak bastığım gün ise, ikinci pik noktası bu atölyeye başladığım gündür. On yedi sene reklamcılık yapmış biri olarak, yaratıcı sürecin, ekip yönetiminin, film setlerinin, ürün satmanın, marka yaratmanın ne demek olduğunu biliyordum ancak sinema sektörünün ne olduğunu bilmiyordum. Sinema tam anlamıyla bir sanat değildi. Sinema bir sektördü. İşin içinde yaratıcılık belki ön planda idi ama tek başına yaratıcılığın hiç bir anlamı yoktu.  Dünyanın en iyi senaryosunu yazsan, dünyanın en iyi yönetmeni olsan da tek başına bir hiçtin. Sanat olamaması da işte bu ‘iş’ olma durumu nedeniyleydi. Sinema bir işti. Öğrenilebilir bir şeydi. İşte bu anlamda eğitim şarttı.  Oysa Edebiyat/yazarlık öğrenilebilir bir şey değildi. Yalnız başına bir süreçti. İşte o yüzden sanattı. Yazmak önemli oranda şahsi yetenek  gerektiriyordu. Olmamış bir metni olduracak görüntüler, müzik, efekt gibi yan dalların desteği yoktu. Tüm duyguları cümlelerinle satır satır ifade edebilmeliydin. Eğitim ile sadece doğru yazmayı ve okumayı öğreniyordun, bir de yazıp yazamayacağını. Bu da azımsanacak bir bilgi değildi, en azından rasyonel hayaller kurmak için insanın aklını başına getiriyordu.
(Buraya bir ekleme yapmam gerek. YapımLab’da yapımcılık kursuna başladıktan kısa bir süre sonra bir eleştirmene yazdıklarımı okutmak ve yazmak konusunda kendime doğru/gerçekçi notumu vermek için bir başka oluşumun edebiyat atölyesine daha gittim. Hikâye analizi ve yazdığım öykülerimin, eleştirmen gözüyle incelendiği altmış saatlik kursun sonunda bir kitap bastırmanın yazmaktan daha zor olduğuna ikna olmuştum. Eleştirmenleri ve yayınevlerini ikna edecek bir kitap yazmak kolay bir şey değildi. Parayı bastırırsan ilk öykünü yayınlatabilir ya da ilk kitabını bastırabilirdin. Bu bilgi bana yetti. Kitabımı param olunca yazmaya karar verdim.)
Zeynep Özbatur’la yapımcılık dersi için girdiğim sınıf gerçekten benim için büyük bir şanstı. Sınıfta inanılmaz bir sinerji ve ekip ruhu vardı. Daha ilk haftadan birbirine destek olmak isteyen, egoları sıfır, sinema için bir şeyler yapmaya kararlı yönetmen adayları, yapımcı adayları, bir gazetenin sinema yazarı, oyuncu ve senaryo yazarı adaylarının olduğu bir sınıftı. Zeynep Özbatur’un yarattığı sinerjiyle eğitim günleri çok keyifli ve verimli geçiyordu. Altı ay sürdü. Zeynep, sinemanın bütün bileşenlerini yaşadığı deneyimlerden örnekleyerek, onca yıldır biriktirdiği hazine değerindeki hiç bir bilgiyi sakınmadan oluk oluk akıtıyordu bizlere.
Yapım Atölyesinde bir film senaryosuna yapımcı ve en nihayetinde seyirci gözü ile bakmayı, senaryo yazarken hayal gücüne gaz verip bir planda bir film bütçesi maliyeti gerektiren planlar yazıvermemeyi, senaryo aşamasında güçlü ve zayıf yanları keşfetmeyi, bir filmin “ana cümlesinin” niçin çok önemli olduğunu, her senaryoyu her yönetmenin niçin çekemeyeceğini, hangi projeye hangi kanallardan fon bulunabileceğini, hukuksal süreçleri, telif haklarını, dağıtımın inceliklerini, film pazarlarını ve beklentilerini, ulusal ve uluslararası sinema satış marketinin dinamiklerini, ortak yapımcı bulmanın püf noktalarını, setten yayın kopyasına kadar giden sürecin önceden nasıl planlanıp bütçelendirileceğini, Proje projelendirmeyi, yapımcının para veren etkisiz eleman değil, aslında sektörün beyni olduğunu öğrendim.
Artık senaryolara bu gözle bakıyorum. Fon bulabilir mi? O sahne gerekli mi? Karakterler tutarlı mı? Gişe mi yapar, ödülleri mi toplar? Ortak yapımcı kim olabilir? Bütçesi yaklaşık ne olur? Hepsini elime gelen dosyayı okuyarak tahmin edebiliyorum. Elbette bunda diğer eğitimlerin, elimdeki felsefe diplomasının, psikolojiye duyduğum özel ilginin ve reklam deneyiminin büyük etkisi vardı.
Kurs bittiğinde hepimiz elimizi taşın altına koyup öğrendiklerimizi deneyim etmeliydik. Zeynep’in bize en önemli tavsiyesi buydu. Telefonla bile olsa bir kısa film çekin, diyordu. Hepimiz Zeynep’in danışmanlığında projeler oluşturduk. Bütçeler yaptık ve filmlerimizi çekip, Aralık ayındaki toplu gösterimde buluşmak üzere dağıldık. Ama hiç kopmadık. Herkes birbirine yardım etti.
Kendi öykülerimden bir kısa film çıkarmakta zorlanıyordum. Dışarıdan bakamıyor, benim anladığım şeyi başkalarının bire bir anlamamasından hatta yorumlamasından rahatsız oluyordum. Henüz tam profesyonel değildim. Yönetmenlik gibi bir hevesim de hiç yoktu. Fikirlerimin, hayatımdan izler taşıyan hikâyelerin başkaları tarafından değişime uğramasına seyirci kalamıyordum. Senaryomu teslim edeceğim yönetmen onu elleyip, koklayıp kendine göre başka bir şey yapacaktı. Buna hazır değildim. Başka birinin öyküsünü senaryolaştırmam gerekiyordu. Öykü kitabı okumaya başladım.
Bu sırada altmış saatlik edebiyat kursuna da devam ediyordum. O sınıfta YapımLab’daki Yekta Kopan kursundan arkadaşlarım vardı tabi... Bu sefer uzun bir dikdörtgen toplantı masasının etrafında uzun cetvel gibi diziliydik. Öykü kitaplarıyla da bir yere varamadım. Zaten bir öğrenci filmi için telif ödemeyi gerektirecek bir çözüm, yüksek bir bütçe de çok anlamsızdı. Bu yolla senaryolara anlam katan yazar/yönetmen görüşü denen ve aslında her şeyi anlamlı kılan alt metne de ulaşamıyordum. Bu öyküyü neden yazdığını anlattığı metne ihtiyacım vardı. Senaryo hatta film bu metin ile can buluyordu benim zihnimde. Bildik tanıdık bir yazara ihtiyacım vardı. Beni seven bana güvenen dost bir yazara.

Kendisi Kısa, Hikâyesi Uzun Film
“ADEM ELMASI”
YapımLab Yekta Kopan atölyesinden tanıdığım Şebnem Dönmez de benden bir önceki kurda YapımLab’da Zeynep’in yapım atölyesine katılmıştı. Aslında onunda yapması gereken bir bitirme ödevi vardı. Bir senaryo yazalım ve sonra çekelim diye anlaştık. Yönetmenliği o yapacaktı. Uzun bir ön hazırlık dönemi geçti. Filmler izledik, kitaplar okuduk, yazdık çizdik. Ana tema aradık. Çalıştık. Çalıştık. Sonra bir gün bir şey oldu. YapımLab Yekta Kopan atölyesinden tanıdığım Gülda Şahin ile altmış saatlik kurstaydık. Öyküsünü okudu ve eleştirmen/yayıncı hocamız, “Hiç beğenmedim,” deyiverdi. Oysa ben bayılmıştım. “Ben bu öyküyü istiyorum, kısa filmini yapalım,” dedim. “Verdim gitti, hatta çekimler için para da veririm,”dedi Gülda. Meğer bir önceki yıl gittiğimiz ve benim olmadığım bir derste Yekta Kopan atölyesinde aynı öyküyü okumuş, atölye öğrencilerinden arkadaşımız cast direktörü Harika Uygur, “Bundan kısa film olur,” demiş. Aklın yolu bir.
Şebnem öyküyü okudu, beğendi. Hemen ertesi gün buluşup senaryoyu yazdık. Senaryoyu okuyan herkes çok beğeniyordu. Öyküsü yeniden ele alınan, adı değişen ve başka bir hale dönüşen Gülda’nın senaroyu ilk okuduğunda en derininde neler hissettiğini hiç bilemedik. Benim kaygılarımı taşıdı mı soramadık. Ama ben yazara ve onun iç dünyasına yakın olduğumuza emindim. Güzel, dedi. Çok heyecanlandım, dedi. “Adem Elması çok güzel isim,” dedi. “Sözüm söz,” dedi. “Sizi seviyorum,” dedi. Yürektendi.
İş çekim senaryosu ve hazırlıklarına gelmişti. Şebnem gerçekten çok titiz çalıştı. İlk film için duyulan bütün heyecanları duydu. Aslında senaryoyu yazdığımızdan sonrasını Şebnem’den dinlemek lazım. Uzun bir hazırlık sürecinden sonra film geçtiğimiz akşam çekildi. Aralık ayındaki YapımLab öğrenci filmleri toplu gösterimine hazır olacak. İlk film için hatalarımız olabilir ama bizler iyi öğrencileriz, gerçekten iyi niyetle çok çalıştık. Hala öğrenmem gereken çok şey var. Eğitime devam.
Bu uzun hikâyenin kahramanları Şebnem, Mehtap ve Gülda’dan ibaret değil elbette. Kahramanların tamamının tek tek isimleri kalbime yazılı. Biz iyi bir ekibiz. Bizi bir araya getiren YapımLab’a, kalbimizdeki ışığı doğru yöne tutmamıza vesile olan Yekta Kopan’a, Nilgün Öneş’e, Burak Göral’a,  Zeynep Özbatur Atakan’a, hayalimizi ete kemiğe büründüren herkese…

Kalpten sevgiler.