Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

23 Mart 2011 Çarşamba

Siz yoktunuz

Beni son durağıma götürecek olan yol, iki büyük fıstık çamının arasından başlayarak kıvrılıyordu. Büyük ve harap bir bahçeyi ortadan bölüyordu belli belirsiz. Az çiğnenmişti, belli ki fazla yolcusu yoktu. Ağaçlar yavaş yavaş tazeleniyorlardı. Kuşların sesini duydum, bir de hafif esintilerle kıpırdanan dalların uğultusunu.
Tek başıma gelmiştim. Bir teslim oluş gibiydi herşey. Hayatımın bu son yolunda tek başıma yürümek istememiştim. Siz yoktunuz o zamanlar, kimseler yoktu.
Ağaçların arasına gizlenmiş sarı boyalı büyük evden ses gelmiyordu. Bahçedeki bank da  boştu. Birkaç kat giysi ve dantel ipliklerden oluşan yarısı boş bavulu taşımak bile beni yormuştu.  Yeni hayatıma biraz dışardan bakmak,  soluklanmak istedim. Banka oturdum.  Evin kimsesiz pencerelerine baktım. Etrafa, ağaçlara, dallara, beni buraya getiren dar yola. Orada ne kadar oturdum bilemiyorum. Belki on dakika belki bir saat. Sarı evin kapısı açıldı sonra. Ayten hanımla,  Serpil hemşire  çıktı kapıdan. Beni içeri aldılar; içlerine... Burasının benim evim olmadığını dikte eden kuralları Müdür Bey’den öğrendim. Canım sıkıldı, sevmedim. Alışırsın dediler, teselli ettiler. Odama gittik. Sürekli birşeyler anlatıyorlardı ben duymuyordum. Duyuyordum da anlamıyordum  ya da. ‘Yalnız bırakın beni bir süre’ dedim. ‘Peki’ dediler gittiler. Pencereye yanaştım sonra, son durağıma. Sonraki hayatıma baktım. Bahçeye, bu bahar açmayan portakal ağacına, kestanenin altındaki banka. Terkedilmiş hayatlar gibiydi. Şanslıydım. Odamda kendime ait banyo, sabahı bekleyip, geceye arkadaşlık edeceğim büyük bir pencerem vardı.  Bizi unutanlardan,  ailelerimizden bizi uzaklaştıran, yalnızlığa açık; özleme kapalı  camdan kapı. Son pencerenin önündeyim  Samim Bey.  Pencereyi tıpkı tavsiye ettiğiniz gibi hafif aralıyorum. Dışarıdan gelen havayı içime çekiyorum, kalp ritmime iyi geliyor. Rahatlıyorum.
Siz yoktunuz o zamanlar. Odam havasızdı. Günler ağırdı. Yemekler  tuzsuzdu, meyvalar  soyulmuş bırakılıyordu tabağıma. Sonra siz geldiniz . Yemekler tuzlandı. Pencerelerden odaya taze bahar doldu. Günler geçer oldu. Meyvaları ağaçtan yer olduk.
Bunu size hiç anlatmadım. Geldiğiniz gün ben bir hayli üzgündüm aslında. Kahvaltıya inemeyecek kadar güçsüzdüm. Uykusuzdum. Peri için ördüğüm dantel perdeyi bütün gece örüp bitirmiştim.  Elimde paketimle, fıstık ağaçlarının arasından gelen her sese kulak kesilmiş onu bekliyordum.  Ama gelmedi. Elimde paketimle kırık dökük beklerken siz geldiniz. Bir anda kestanenin dibindeki bankta belirdiniz. Pencereme seslendiniz. ‘Merhaba’  dediniz. Gönlümü aldınız. Üzüntüm geçti. Bir hafta daha bekledim Peri’yi. Yine gelmedi. Siz beni teselli ettiniz. Elimi tutarak... Gazetede okumuştum, buralarda kalan insanlar yabancı oldukları bu dünyada kaybolmamak için, korktukları için elele tutuşurlarmış. ‘Kurallar yaşanan yerin doğal hayatı içinde geçerlidir, sen benim elimi tutmuyorsun, bana tutunuyorsun bunda hiç bir kötülük düşünme’’ derken samimiydiniz. Bir eli tutup yürümek, içinden geçenleri söylemek yalnızlığın kaçamaklarıydı; ruhların değil. Elinizi tutuyordum oysa. Kurallara rağmen elinizdi tuttuğum. Eşiniz hanfendiye karşı kendimi suçlu hissettim . Suçluluk duygusu beni eleverdi.
Dün birlikte diktiğimiz sarı gülü suladım. Henüz tomurcuk vermedi. Yeşil yaprakları taze. ‘Bu gül senin’ demiştiniz. Ben ise siz gibi suladım onu. Tıpkı öğrettiğiniz gibi, dibinden bir karış uzağa kalın bir dal parçasıyla hayat halkası kazıp, halkanın içini suladım. Suya yavaş yavaş, kendi hayat halkasından tadına vararak doydu. Birşey daha yaptım. Peri’ye ördüğüm perdeyi odama astım. İçeriye güneş hikayesiyle gelir olurdu. Görseniz çok beğenirsiniz.
Dün size yazarken odama geldiler, ışıkları kapatmam gerektiğini söylediler. Saat hayli geç olmuş. Farketmemişim. Işığı kapattım. Uyumuşum. Rüyamda Peri’yi gördüm. Gelin gittiğim Nişantaşı’ndaki evdeydim. Dantel perdelerimin püsküllerini onarıyordum ki... O’nu gördüm.  Caddeden karşıya geçiyordu. Karşı kaldırımda durdu pencereme baktı. Göz göze geldik.  Beni gördüğüne çok sevindi. ‘Kusura bakma gelemedim. İlk fırsatta geleceğim halacığım söz ‘dedi. Cevap vermek istedim ama olmadı, sesim çıkmadı. Ağzım açıldı, kapandı ama sesim çıkmadı. Ne sitem edebildim, ne çok sevdiğimi, özlediğimi söyleyebildim. Niyetimi söyleyemeden, içimden geçenleri duyamadan gitti.Gitme dur bile diyemedim. Sert bir rüzgar  kornijden sıyırıp savurarak yere yığdı dantel perdeyi. İçeriye serinlik girdi. Uyandım. Yorgan üstümden kaymış. Üşümüşüm. Biraz hastayım. Serpil hemşire ‘dışarı çıkmayın bugün’ dedi. Odamdayım. Pencerenin önünde. Boş banka bakıyorum. Cama nefesimi veriyorum, cam buğulanıyor. Buğuyu silmek için uzattığım elime bakıyorum. Yoksunuz... 
İki gündür hiç tadım yok.  Bugün bahçeye çıkıp gülü sulamam lazım. İyileşmeden olmaz dediler, biz sularız dediler. Ben sularım siz ellemeyin dedim. Ama gücüm yok. Hiç yok...
Bir hafta ne çabuk geçti. Kendime geldim sayılır. Sabaha karşı gizlice bahçeye ineceğim. Yarın Hıdırellez. Çocukluğumdan beri çok inanırım hıdırellezin sihrine. Bir keresinde babam üç dört aydır Ankara’daydı. Çok özlemiştim. Ne yapsam olmuyordu, gelmiyordu. Belki beni merak eder, gelir diye hasta numarası bile yapmıştım. Gelmedi. Hıdırellezde komşunun bahçesindeki gül ağacına bir dilek astım. ‘Hıdır baba, babamı getir’ yazdım ve bir ayakkabı çizdim. İnanır mısınız ertesi  gün okuldan geldiğimde kapının önünde babamın ayakkabıları vardı. Babam gelmişti. O gün bugündür hiç aksatmam. Mutlaka birşey dilerim. Gün ağarırken sarı gülün dalına asmak üzere bir bank resmi çizdim. Yanına da bir gül.  ‘Samim Bey’e acil şifa, bana da yaşama sevinci ‘ diye yazdım altına. Bir hayli düşündüm, başka iyi dilek bulamadım. En iyi dilek sağlık, sıhat ve neşe... Dilerim olur.
Büyük temizlik vardı bu sabah, bizi dışarı çıkardılar. Yarın da banyo günü. Hepimiz yıkanıp paklanacağız. Hiç içimden gelmiyor süslenmek. Ziyaretçilerimiz olacakmış haftasonu. ‘Anneler günü buraya çok gelen olur. Torunlar, evlatlar, kardeşler‘ dediler. Kulak asmadım. Kurallara uymak lazımmış. Fasıl gelecekmiş. Saçımı keseceklermiş. Berber gelecekmiş. Tırnaklarım boyanacakmış. Ellerimi ben bile tanıyamıyacakmışım. Umurumda mı? Artık ellerime hiç bakmıyorum ki... Hem de hiç.
Haftasonu burası çok kalabalıktı. Başım döndü biraz. Odamdan çıkmadım.
Dün, sarı gül açtı. Hem de iki tane. Çok güzel kokuyorlar.
Bugün dantel perdeyi pencereden kaldırdım. Yerine kalın bir keten istedim. ‘Yaz geliyor, güneş çok’ dedim.  ‘İçerisi karanlık olur’ dediler. ‘Olsun’ dedim...
Yaz geldi sayılır. Sıcak bana dokunuyor. Tansiyonum düşük. İştahım da azaldı. Epeydir size havadis veremedim. Herşey aynı. Sarı gül bir daha açmadı. İlaç yapılması lazım. Kendime geleyim hele...
Bu sabah yeni bir bey geldi buraya. Sürekli ağlıyor. Eşini kaybetmiş. Doktor oğlu bıraktı gitti. Sık sık gelirim dedi.  Kah karımı özledim diyor, kah evimi, kah Enver’i... Enver oğlu.  Çok ağlıyor. Yakında alışır. Susar. Bize karışır. Sessizleşir. Enver’e sahteleşir. Nazım beyin fıkralarına güler. Kurallara uyar. Beni sorarsanız  Samim bey , biraz huysuz oldum. Eskiye düştüm iyiden. Yenilerden birşey istemiyorum. Gelenleri tanımak bile. Yalnız kalmak istiyorum. Canım ne zaman isterse o zaman uyanıyorum. Ziyaret günleri süslenip salona inmiyorum. Tansiyon hapını içmiyorum.
Anlayacağınız,kurallara uymuyorum artık, umurumda mı? Yine de halılar yutuyor ayak seslerimi Samim Bey. Peri’yi, perdelerimi ve sizi çok özlüyorum. İyi ki girdiniz hayatıma Samim Bey. İyi ki girdiniz.

Julide
( İtalik satırlar sahibine, arası bana ait)