Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

21 Mart 2012 Çarşamba

Zeytin Adası'nda Zeytuni Hatıralar


‘Aman kaptan
Al beni götür denizlere’

Bazı şarkılar vardır hani, insanı okşar gibi usul usul alır götürür bir yerlere. Gönül sazının bam telinde mavi yeşil yolculuklar yaptırır. Bir orası bir burası, avare gezinirken karşıma birdenbire bir zeytin ağacı çıktı.

Yıllarca gözümün önünden gelip geçen binlerce zeytin ağacı içinden Fethiye Karagözler Mahallesindeki evimizin alt kattan mutfak, üst kattan yatak odası penceresini şımarıkça zorlayan zeytin ağacı düşüyor aklıma dünden beri. Düne kadar o ağacın hayatımda bu kadar derin iz bıraktığının farkında değildim.
Bu ağacın bende yarattığı büyüyü bulmak için çıktığım düne yolculuk beni oradan oraya savuruyor. Bir aile albümünün içinde dolanıp duruyor işte... Kah bir zeytin yaprağının kadife gümüş karnına gidiyor aklım; kah taşlı tozlu bir adanın kış limanına; kah anneannemin deniz kokan koynunda yaptığım öğlen uykularına. Çocuk aklımda annemin yaş dallardan yaptığı rüzgar gülleri ile rüzgarı kovalıyor, kapandığı gün büyüdüğüm babamın zeytin karası parlak gözlerinde öksüz dünyamı aydınlatıyorum...
Hangi taşı kaldırsam altından ya çocukluğum gülümsüyor, ya da yeni yetme gençliğim. Hangi dalı aralasam ardından evvel zamanlar dikiliyor karşıma. Babam bir zeytin fidanı uzatıyor anneme, ikisi bir olup büyülü bir hayat dikiyorlar toprağa...
Karagözler Mahallesinde doğduğum evin önündeki taşlığa oturup bi soluklanıyor aklım. Başımı bulduğum en geniş omuza yaslayıp şarkımı dinliyorum... 'Aman kaptan, al beni götür denizlere. Aman kaptan, yolculuk ne zaman. Rotamız nereye...'
****
Akşamüstüleri evin hemen önündeki balkon taşlığa oturur, bir yandan demli çayımızı içerken bir yandan da mahalleden gelip geçenlerle kelam ederdik. Güneş şımarık zeytinin arkasında kalır, gri kadife karınlı yapraklar altından olur; dallar kızıl saçlı bir kraliçenin saçlarına benzerdi. Tek ayak üstünde dans eden bir Sinyorita misali, rüzgar eteklerini, şalını savurur, güneş kızıl saçların arasından mahcup veda ederdi güne.
Dökme taş yollardaki kızgın sıcağın yaptığı buğunun arkasından karşı kapılara bakar. Kim öğlen uykusundan kalkmışsa ona 'çaya buyurun' diye seslenirdik. Şımarık zeytinin gölgesinde tatlı hayatlar kurulur, neşeli hikayeler anlatılır, beş taşlar oynanırdı. Aklıma dünden beri düşen zeytini anneannem de bir başka severdi. Onun yağlı bir kırma zeytini olduğu için kıymet verdiğini söylese de; ev ilk alındığında babamın diktiğini arkasından mutlaka eklerdi. Kıymeti hem kendinden hem dikenin kıymetinden menküldur diyemezdi. Ama biz bilirdik. Damadını evladından öte severdi.

Mahalledeki her evin önünde bir zeytin ağacı vardı, hepsinin bir kıymetlisi ve hikayesi vardı. Süheyla teyzelerinki kısa boylu eşek zeytini idi. Tombulluğuna dayanamayıp düşen tanelerin evin önündeki taşlığa bıraktığı yağ izine sinirlenir, 'Koparman şunları!..' diye bize kızar, sık sık onu kesmekten dem vururdu. Rabia teyzeninki kapı önünü bekleyen emektar, küçük taneli kırma zeytindi. Boyundan beklenmeyecek kadar cömertti. Kezban ablaların ağacı epey yüksekti. O zeytini çoğunlukla saklambaç oynarken saklanmak için kullanırdım. Hızlıca tırmanır, sık dallarında kolayca kaybolurdum. Sobelemek için aşağıya inmem ise hep sorun olurdu. Hele Kezban ablanın kocası Suat abi motorunu altına park ettiyse halim hepten haraptı. Mahalledeki en büyük ağaç buydu. Yüksek dalları sadece bana değil; mahallenin bütün cırganlarına da saklanma eviydi. Yaz boyu en canhıraş sesler o zeytin dallarından duyulurdu. Fahriye'lerin evinin önündeki zeytinin tam göbeğinden üç geniş dal kesikti. Kesik dalların gövdesinden oluşan kütükler parke kadar pürüzsüz ve parlaktı. Yanlardan uzayan iki zayıf dalın arasına gerdiğimiz tülbetler ile orayı evcilik evimiz yapmıştık. Kütüklerden birine Fahriye diğerine ben oturur, ortadaki kesik kütük de masamız olurdu. O küçük masanın etrafında mahallenin yakışıklısından dem vurur, çocuk aklımızla mutlu evliliklerin, yaramaz çocukların, sevecen kaynanaların olduğu bir geleceğin çatısını çatardık.

Bazen anneannem özenle evin önündeki şımarık zeytinin yapraklarından toplardı. 1001 tane sayar, hepsine tek tek yasin okur, sonra onları özenle beyaz bir tülbende sarar, ardından da gün ışırken denize atardı. 1001 küçük gri kadife yaprağa neler dilediğini hiç bilmezdik. Anlatmazdı ki... Ne düşünür ne hisseder, o güzel başından neler geçer hiç bilmezdik.

***
İkinci dünya savaşı sonunda adanın el değiştirmesiyle 'yer'lerinden, 'yurt'larından olmuş Rodoslu bir ailenin peri kızıdır anneannem.
Suyun öte yanından gelmiş. Aslına bakarsanız hiç gelmemiş.
Hani şu suyun bir kenarından bakınca doğulu, karşı kenarından bakınca batılı sayılan; iki zıt yön arasında ılık sular gibi akan aykırı ve ayrıcalıklı insanlardan.
'Hiç gelmemiş gibi, hiç duymamış gibi yapan insanlardan'
Onları ilginç yapan, bizim topraklarda onları başka kılan şeyin herkesin düşündüğü gibi olmadığını bir kaç sene önce Claude Gutman'nın İzmir'in çılgın dedikoduları adlı kitabında 'Suyun öte yanından gelenlerin içinde birçok anı ve bir sır gizlidir' cümlesini okuduğum an anladım. O sır, ana vatanlarının karşı taraf olduğunu hissediyor olmalarıydı.
Zaten bu suskunluğun sebebinin yeni memleket sınırları çizilince, sınır dışında kalan yabancı toprakların insanı olmaktan gelen bir 'kimliksizlik' olduğuna hiç inanmıyordum.

Hiç gelmemiş gibi, hiç duymamış gibi yapan insanlar. Başkaydılar.
Bütün bunları dile getirememenin verdiği bilgece suskunlukları; hasretlerini belli etmeme içgüdüsüyle çoşan neşeleri ile başkaydılar. Yoksul toprakların zengin soylusu zeytinler gibi büyülüydüler.

Anneannem de hemen hemen hiç konuşmaz, hiç kavga etmez, hiç bağırıp çağırmaz, sakin ve demokrattı. Kimsenin işine karışmaz, yanında konuşulan konuyu dahi 'Kulak asmadım' diye geçiştirirdi. Kimseye müdahale etmediği halde Havva Faralyalı dendiğinde etrafındaki herkes için dünya adeta dururdu.
Savaş sonrası Rodos dışına gitmeye zorlanınca, Anadolu topraklarına geçmek üzere Türk makamlarına başvurmuşlar. İki yıl susam ektikten sonra arazinin tapusunu almaya da hak kazanacakları şart koşularak, Malatya'dan arazi teklif edilen denizden, zeytinden anlayan bir aile işte. 'Malatya bize olmaz!. En iyisi Fethiye...' deyince Bekir dedem, Fethiye'deki zeytinli adanın varlığının verdiği cesaretle çoluk çocuk bir kayığa binip düşmüşler denizlere. O güne kadar anneannemin duyduğu ama hiç gidip görmediği, benim doğduğum topraklara doğru rotası belli belirsiz, yolcuları sessiz sedasız bir yolculuk... 

Yııllar yılları kovalamış. Bir gece yarısı indikleri Fethiye'de Rodos'lu, Rodos'ta Türk olan aile, iki arada bir derede, yazları orada, kışları burada yaşayıp gitmişler. Hacı Halil Adası gençliklerinin zeytuni rengi olmuş. Yıllarca binlerce anı birikmiş binbir zeytin yaprağına. Çocuklar doğmuş, torunlar olmuş, dedeler ölmüş. Anneannem adanın hanım ağası olmuş zamanla. Zeytin zamanı zeytin silkmeye adaya gider, işçilerle aylar geçirirmiş orada. Annem, iki teyzem ve dayım tek tek anılarına tutunup sallanmışlar. Düşmüşler kalkmışlar. Hacı Halil Adası olmuş 'Bizim Ada'...


****
"Çocuktum, ayıramazdım, ha aşk ha zeytin
aşkı yazsam kağıttan utanırdım, o benden mahcup
zeytine uzansam dalından kırılırdım, benden de çocuk
ikisini de gözle toplamayı sonra öğrendim.."
Haydar Ergülen

O yaz ilk defa adada uzun süre kalacaktık. Ben deli bir Belcekız aşıklısı olduğumdan adaya bu kadar uzun konaklamalı gitmek konusunda sürekli olmadık şartlar öne sürüyordum. İstediğim bütün şartlar kabul edilince de, bahanelerim giriyordu devreye. Sivri sineklerinden sıtma olma olasılığımdan; doğal ortama def-i hacet yapmanın beni bağırsak düğümlenmesine bile götürebileceğinden; yıkanmamanın tenimde yaratacağı derin tahribattan; farelerin veba taşıdığından dem vuruyordum, ama nafile. Tan ağrırken şartlarım, bahanelerim bir kayığın ambarında; ben ise aynı kayığın kıçında denizin üstündeydim artık. Kızıl Ada açıklarını çoktan geçmiş ufukta Bizim Ada hafiften belirmişti. Koyu mavi ılık suya arada bir elimi daldırıyor, bizimle yarışan bir yunusun aniden elime atlaması olasılığından dehşetli bir keyif alıyor; bir daha bir daha elimi suya sokuyor, kayığın hızına avuçlarımla direniyordum. Denizin üstünde zıp zıp zıplayan kayığımızda anneannem, Bilge teyzem, Erdinç dayım, annem, babam ağabeyim Tanju, ben ve şartlarımdan biri olan sevgilim ile büyüsü gittikçe büyümekte olan Bizim Ada'ya doğru yaklaşıyorduk. Pancar motorun gürültüsünden kayıkta konuşulanları duymak mümkün değildi. Sadece yanımda oturup dümen tutan dayımın sesini duyuyordum.

'Kirpiklerini ok eyle, vur sineme öldür beni...'
Bu hüzünlü türkü, dayımın keyifli olduğunda söylediği marşıydı aslında. İçimden ona eşlik ediyordum.
'Bıktım dünyanın tadından, vur sineme öldür beni. Öldür beni'
Sabah çok erkenden, daha deniz yokken başladığımız yolculuk öğleye doğru bitip adaya indiğimizde yaz sıcağı yüzümüze bir tokat gibi vuruyordu. Yolculuğun serinleten meltemi pancar motor ile birlikte durmuş, yerini zeytinin büyülü, sıcak sesi almıştı.

Kayalık arazinin doğal örtüsü kuru çalı çırpının ortasında duran yalnız bir zeytinin önündeyim. Hali hiç iyi görünmüyor. Dalları çelimsiz, yaprakları sarı. Fırtınalı ve yağmurlu geçen bir kışın ard arda düşen yıldırımlardan nasibini almış, gövdesi paskalya çöreği gibi kıvrılmış, keyifsiz bir hali var. "Yıldırımın yakıcı şiddetiyle ortadan boylu boyunca ikiye ayrılırken ne kadar acı çekti kim bilir" diye aklımdan olmadık düşünceler gelip geçiyor. O yaz boyu çekilmiş yedi poz resimden biri elimde. Yıldırımın alevine direnen zeytin ile ben aynı fotoğraftayız. Onca ağacın arasından niçin onunla resim çektirdim acaba? Çünkü dayım onu yaşatmaya çalışıyor. Bütün yaz buna uğraştı. Her yeşeren yeni yaprağa gözü gibi baktı. Yeni filizlerin şerefine kadeh kaldırdı da ondan. Yaşayan bir iki dalı olduğunu ve seneye kadar kendisini toplayacağını söylüyordu da ondan...
Acaba gerçekten hayata döndü mü? Yeşil umuda sarı çiçekler açtı mı bu bahar? Yoksa arsız zenginler onu odun yapıp bir kez daha mı yaktı? Fakir toprakların, zengin soylusunu ne alemde acaba?. Yeri gelmişken rica etsem senden kaptan. Eğer teknenle Göcek'de dolanırsan bu yakınlarda, adanın Yassıcalara bakan tarafında; yaz limanının hemen üstündeki düzlükteki ilk zeytinden bahsediyorum. Bak bakalım duruyor mu? Emeğimiz yeşermiş mi? Aklımdayken, kuyuluğun önünden geçerken bi bakıver, denize sıfır kocaman bir zeytin duruyordu bomboş meydanda. Adayı tershane adasına doğru dolanırken gördüğün büyük düzlükte. Oraya 'kuyuluk' diyor bizimkiler. Ortasında yıkık dökük ama hala içi sağlam kocaman bir sarnıç vardır hani. İşte tam o düzlükte denizin tadından tuzundan içmeye yanaşmış, kışın dev dalgalar ile saçlarını yıkamaya gelmiş de oralarda kalakalmış gibi duran büyük zeytin ağacından bahsediyorum. Bak bakalım hala duruyor mu?

Adada su yok. Elektrik yok. Bedri Rahmi koyundaki akarsuda çamaşırlarımızı yıkanmış, yağhanenin olduğu kış limanından, adadaki yegane eve dönüyoruz. Gün bizi bal gibi yormuş. Neredeyse yerle yeksan sürünüyoruz. Elimizdeki yüklerle biraz tepede kalan eve yürümek hayli eziyetli. Yol gözümüzde büyüyor. Yol boyu sağlı sollu zeytin ağaçlarının altında yılan olması ihtimali çok büyük. Bu yüzden adada gezerken kırık zeytin sırığını elimizden bırakmıyoruz. Yerlerde sürükleyerek, yılanlara sesleniyoruz...
'Tık tık tık...'
Ayaklarımızın altındaki otların kırılırken çıkardığı sesler yolculuğa pek yakışıyor. Bir de canhıraş bağrışları gün boyu dinmeyen ada sakinlerinin sesleri.
'Cır cır cır....'
Uzaktan, hatta ufuktan gelen pata pata seslerini bile duyabildiğiniz, en küçük sesin bile seçilebildiği zamanlardı bunlar. Ve Göcek'i kimselerin bilmediği yıllar.
Limanın üstündeki yüksek düzlükte yemek sonrası iyice koyulmuş bir sohbet var.
- Pata pata pata pata
- Durun biraz sessiz olun....
Dayım gelen sesin ne taraftan geldiğini kestirmeye çalışıyor.
Eşek Adası önünden mi? Kızıl Ada tarafından mı? Domuz Adasından mı? Nereden geliyor ses birazdan anlar.
- Ses Kızıl Ada dan geliyor. Hayırdır Fethiye'den gelenler var...
Sesin geldiği limana doğru inilecek birazdan. Onlar gelene kadar öğlen yemeği üstü bir kahve molası verilecek kadar zaman var. Deniz o kadar sessiz ki... Sadece elle çevrilerek can bulan pancar motorun sesi. 'pata pata pata'
'Kahvemi kıyıya getirin', diyor dayım ve mutfakta dizi dizi duran keçi peyniri kavanozlarına uzanıyor. Hemen anlıyorum, ekmekle hamur yapacak, bir iki sepet atacak denize... Gelenlere hazırlık yapıyor işte besbelli.
- 2 tane atalım bakalım belki bi boklu kefal takılır. Akşam üstü de lopaya çıkarız. Kaç kişi geliyorlar belli değil, ufaktan hazırlık yapalım.
Ne kadar da eminiz bize doğru geldiğinden o seslerin. Kime gidecek ki? On iki adalarda bi başımıza bi biz varız; bir de biz...
Tershane adasındaki Osman amcanın keçi peynirlerini yemeye doyamıyorum. Anneannem diyor ki 'Keçiler zeytin yediklerinden yağlı sütleri. Aromalı lezzetli..
Adada ne bulup yiyecekler. Yokluktan varlık işte'...
Açılan kavanozdan yayılan kokuya dayanmam mümkün değil. İçleri peynir suyu ile hamur olan ekmeklerin artan kabuklarının içine kocaman bir dilim varlık koyup... mımmm.. nefissss... Birkaç kişi iniyoruz kıyıya. Kahveler arkadan gelecek. Sepetleri kıyı kayalıklara yerleştiriyor dayım.
- Keşke geceden bir iki tane de kabak atsaydık. Galiba Yıldıray kaptan geliyor, ses onun sesi, bir sürü gelen olur şimdi onunla.
Yıldıray kaptan... Denizin kavurduğu bir kumral. Sessiz, sakin ve usta. Deniz ustası işte. İşini iyi beceren her erkek kadar çekici. Limandaki en büyük kayıklardan biri onda, tentesi bile var. Bembeyaz bir tente. Kayığın kenarlarında ızgara oturaklar var. kocaman göbekli yayvan kayığın içi de ızgara. Tokyo terliklerim araya kaçmasa daha iyi ama kaçıyor işte. Olsun, dalgaları yaran bir yunus o, terliğim feda olsun. Kenarında can kırmızı 'Yıldıray' yazıyor. Zeytin adasına gelmek için denize mahir olmayanların ilk tercihi. Bir de oğlu Sadık'ın teknesi var. Saldıray. Eğer o geliyorsa hepten yandık, o daha büyük ve hızlı. Pek sık onla gelen olmaz ama neyse, gelen de sağ olsun gelmeyen de. Kahveler geldi bile... Bakır cezveden soğumadan fincanlara servis ediliyor zeytinlerin altında.
pata pata pata....
- Dayanamıycam ben denize atlıyorum dayı. Yüzerek adanın kıyısından kim geliyor bakıcam.
- Sen oraya varana kadar gün geceye karışır... diyerek benimle alay ediyor.
Haklı olabilir ama olsun ben atlıyorum suya... Dipten uzun uzun denizi selamlayıp suyun üstüne çıkıyorum. Yüzüyor, yüzüyor, yüzüyorum... Su o kadar berrak ki altımdaki deniz kestanelerini tek tek selamlamak mümkün. Kayaya çıktım bile... Şu zeytinin altında bir nefes alayım, keyifle bakayım gelen kim?
- Saldıraaaaaaaay!..
Tekne beni görünce hız kesiyor...
'Pat pat pata pata pat pat'
İçinde bağıranlar çağıranlar, el sallayanlar var. Güneş tam gözümün içine giriyor. Tam tanıyamadım ama galiba içinde...
Tekne kayalara vurmamak için açıktan dönüyor adanın köşesini. Beni almak için durdu duracak. Sen devam et, ben yüzerim diyorum işaretle. Tekrar gaz veriyor pancara... Pata pata pata yola devam ediyor. Saldırayın dümen suyuna kapılmadan yüzmeye başlıyorum. Tekneden biri atlıyor.
- Kimler var teknede? Tam seçemedim.
- Kimi ararsan var işte.
- E hadi bakalım. Ne kadar kalacaksınız?
- Biz 4 gece. Sebastian ve Mario'lar bir ay....
- Neeeeeee!.. Onlarda mı geldi?
Çok seviniyorum. Bu yaz neşeli geçecek. Hem de çok neşeli...
Mario ve Roberta Milano'da, Judy ve Sebastian Berlin'de yaşıyor. Sebastian öğretmen. Sımsıcak bir Alman çift ile hayli marjinal bir İtalyan çift. Bir kaç yaz önce tesadüfen yolları düşmüştü Zeytin adasına. 'Yine geliriz' dediler o yaz giderken ve işte yine geldiler. Kimlerle? Teyze oğlum Bekir, karısı Nilgün ve minicik 5 aylık bebekleri. Ankara'dan iki ortak arkadaşımız ve şimdi adını bile hatırlamadığım biri daha var. Biz evde kalacağız. Yabancılar ise kuyuluk yolundaki zeytinlerin dibinde çadırlarda. Bazı geceler kalmak için bizim de bir çadırımız var kurulu orada. Hafif tepede, bol ağaçlı ve manzaralı bir yer.

Arazi set set olduğundan zeytin yaprakları yeşil bir gizli bahçe gibi her şeyi saklıyor. Orada kurulu bir de demirbaş hamağımız var. Ağacın epey üstlerinde kalın bir dala kurulu, kendini zeytinin kollarında uyuyor hissediyor insan. İşte tam oraya kuracaklar çadırları.
Bir ay boyunca her gün aynı şeyi yapmamıza rağmen her günümüz birbirinden renkli geçiyordu. Peynir hamurları ile Yassıcalardan ya da Boynuz Büküğünden teke süz. Güneş battığında Şeytan adası açıklarında lopaya çık. Arada kalan zamanda ekmeği mayala. Erzak almaya Göcek'e in. Sıcak bastıkça denize dal. Yüzerken gözüne üstüne taş toplamış bir kara diken çarparsa oracıkta kır ve yut. Yüzmekten yorulduysan kitabını al hamağa uzan. Çok enerjin varsa adada dolaş. Daha önce bellediğin olmuş incirleri topla. Yere düşürebildiğin bademlerin tadına bak.
Tam o sırada 'biraz baksana' diye sana seslenen biri olursa, bir gümüş kadife zeytin yaprağını dişlerinin arasına sıkıştır, dön ve objektife gülümse...