‘Yani seni çok iyi tanıdığımı söyleyemem. Altmış yaşlarında
itibarlı bir Dahiliye Uzmanı gibisin. Geçmişinde beyaz tenli siyah saçlı mağrur
bir kıza sevdalanmışsında, ailenin zoru ile aristokrat bilgiç bir
hanımefendiyle evlendirilmiş biçare soylular gibisin. Yaşanmamış gençliğinin
hüznü içinde gizli sanki. Kibirlisin. Yani domuz değil belki ama, bizim
oraların neşesi yok işte. Fazla ciddi belki. Bana göre yani... Muzip değilsin.
Şaka kaldırır bir halin yok. Aslında aklımdan hep ne geçti biliyor musun? Bir
gün şu kibirli ihtiyarın zilini çalıp kaçsam, pencereden pür telaş aşağı
bakarken ona nanik yapsam... Böyle şeyler bile düşündüm. Yani azıcık neşelen
istedim. Yapsaydım güler miydin? Sana tanıdık çocukların böyle eğlenceleri olmayabilirdi,
saçmaladığımla kalırdım. Vazgeçtim...
Çok
heybetlisin aslında. Hayli büyük, engin, derin. Fakat onca heybetine rağmen bir
darlığın var. Anlatılamaz bir küçüklük. Sığlık değil, darlık. Daralıyor yani
insan bazen. Dar sokakların arasına sıkışmış, kara yüzlü balkonsuz apartmanların
heybetli ev sahibisin. Onca gürültünün içinde sessiz, duygusuz, mutsuz. Yol
boyunca hatırını soran, tebessümle sabah selamını alan bir Allahın kulu yok. Önüme, bir tekmede uzaklara göndereceğim tek
bir top bile çıkmadı. Çelme takacak tek çocuk yoktu sokaklarda. Ter içinde top
koşturmadan, ıslık çalmadan, saklambaç oynamadan nasıl büyüdü bu çocuklar?
Bisikletle yarışmadan, köşe başı beklemeden, balkondan balkona kesişmeden nasıl
aşık oldu gençler? İlk öpüşmelerin koruları hani? Çoluk çocuk düştüğünüz
mahalledeki dutluklara, ergenlerin erkek olduğu hergele meydanlarına ne oldu?
Yasemin kokulu kızlar hangi merdivende oturdu?’
Uzun uzun yüzüme baktı. Belli belirsiz gülümsedi.
‘Bir dahaki gelişin erguvan zamanı olsun. Tarabya’da
buluşalım. İçinden hayal yüklü gemiler geçen mavili deniz karşımızda, küçük
koyda salınan teknelerin beyazlı yelkenleri arkamızda olsun. Önce uçsuz
bucaksız deli derinlere, sonra bir de aşna-fişneli koyun koynunda dalalım. Gözlerini
şehrin ay ışıklarına, mor salkımlarına kapat istersen. Kendi rengini bulana, denizde
yok olana kadar gözlerini hiç açma...
Erkenden balığa çıkalım seninle. Oradan
Beykoz'da dut toplamaya gideriz. Çamlıca tepelerinden aşağı inen yokuşlarda
yalınayak paldır küldür koşalım. Kanlıcanın orta yerinde bir taşa uzanıp
dinlenelim. Sonra bir motora atlayıp Yeniköy’e gidelim. Yol boyunca martılara
simit atalım. Çınar yapraklı sarı sokaklarda el ele yürüyelim Emirgan’da.
Aşiyan’dan koz helva alayım sana. Kuruçeşme’de güneş batarken şarap içelim.
Mehtabın doğuşunu izlemeye Karaköy’e gidelim. Galata’nın dibindeki salaş
lokantada ben sana bin yıllık hikayemi anlatırken lüfer yiyelim. Sonra binelim
bir kayığa saltanatın yeni sabahını susarak bekleyelim.
Gün ışırken... Dudak dudağa değmeden önceki an kadar büyülü sessizlik
var ya... İşte o benim. Tanısan seversin.’