Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

24 Nisan 2012 Salı

Tekrar Bak Bana

Onu gördüğümde yirmi yaşındaydım. Aileme ‘Bir kaç gün arkadaşımda kalacağım, vizelere çalışacağız’ diyerek kaçıp gitmiştim ona. Uzun bir yolculuğun sonunda kavuştuğumuzda kendimi bu yabancının kollarına bırakmak hiç kolay olmamıştı. Uzun süre camdan birbirimize baktık. Yıllarca kalın kitapların arasında sakladığım fotoğraflardaki büyük yalanımdı benim. ‘Nasıl buldun, sevdin mi beni?’ diye sordu tam geri dönerken. Nasılsa beni bi daha hatırlamaz diye içimden geçen ne varsa dile döküverdim.
‘Yani seni çok iyi tanıdığımı söyleyemem. Altmış yaşlarında itibarlı bir Dahiliye Uzmanı gibisin. Geçmişinde beyaz tenli siyah saçlı mağrur bir kıza sevdalanmışsında, ailenin zoru ile aristokrat bilgiç bir hanımefendiyle evlendirilmiş biçare soylular gibisin. Yaşanmamış gençliğinin hüznü içinde gizli sanki. Kibirlisin. Yani domuz değil belki ama, bizim oraların neşesi yok işte. Fazla ciddi belki. Bana göre yani... Muzip değilsin. Şaka kaldırır bir halin yok. Aslında aklımdan hep ne geçti biliyor musun? Bir gün şu kibirli ihtiyarın zilini çalıp kaçsam, pencereden pür telaş aşağı bakarken ona nanik yapsam... Böyle şeyler bile düşündüm. Yani azıcık neşelen istedim. Yapsaydım güler miydin? Sana tanıdık çocukların böyle eğlenceleri olmayabilirdi, saçmaladığımla kalırdım. Vazgeçtim...  
Çok heybetlisin aslında. Hayli büyük, engin, derin. Fakat onca heybetine rağmen bir darlığın var. Anlatılamaz bir küçüklük. Sığlık değil, darlık. Daralıyor yani insan bazen. Dar sokakların arasına sıkışmış, kara yüzlü balkonsuz apartmanların heybetli ev sahibisin. Onca gürültünün içinde sessiz, duygusuz, mutsuz. Yol boyunca hatırını soran, tebessümle sabah selamını alan bir Allahın kulu yok. Önüme, bir tekmede uzaklara göndereceğim tek bir top bile çıkmadı. Çelme takacak tek çocuk yoktu sokaklarda. Ter içinde top koşturmadan, ıslık çalmadan, saklambaç oynamadan nasıl büyüdü bu çocuklar? Bisikletle yarışmadan, köşe başı beklemeden, balkondan balkona kesişmeden nasıl aşık oldu gençler? İlk öpüşmelerin koruları hani? Çoluk çocuk düştüğünüz mahalledeki dutluklara, ergenlerin erkek olduğu hergele meydanlarına ne oldu? Yasemin kokulu kızlar hangi merdivende oturdu?’
Uzun uzun yüzüme baktı. Belli belirsiz gülümsedi.  
‘Bir dahaki gelişin erguvan zamanı olsun. Tarabya’da buluşalım. İçinden hayal yüklü gemiler geçen mavili deniz karşımızda, küçük koyda salınan teknelerin beyazlı yelkenleri arkamızda olsun. Önce uçsuz bucaksız deli derinlere, sonra bir de aşna-fişneli koyun koynunda dalalım. Gözlerini şehrin ay ışıklarına, mor salkımlarına kapat istersen. Kendi rengini bulana, denizde yok olana kadar gözlerini hiç açma... 
Erkenden balığa çıkalım seninle. Oradan Beykoz'da dut toplamaya gideriz. Çamlıca tepelerinden aşağı inen yokuşlarda yalınayak paldır küldür koşalım. Kanlıcanın orta yerinde bir taşa uzanıp dinlenelim. Sonra bir motora atlayıp Yeniköy’e gidelim. Yol boyunca martılara simit atalım. Çınar yapraklı sarı sokaklarda el ele yürüyelim Emirgan’da. Aşiyan’dan koz helva alayım sana. Kuruçeşme’de güneş batarken şarap içelim. Mehtabın doğuşunu izlemeye Karaköy’e gidelim. Galata’nın dibindeki salaş lokantada ben sana bin yıllık hikayemi anlatırken lüfer yiyelim. Sonra binelim bir kayığa saltanatın yeni sabahını susarak bekleyelim.
Gün ışırken... Dudak dudağa değmeden önceki an kadar büyülü sessizlik var ya... İşte o benim. Tanısan seversin.’
Büyükada'dan Heybeli Adaya giderken sadece güneşin Burgaz'dan batışını çekmek istemiştim. İstanbul'un süprizli muzip martılarını hesaba katmadan.