Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

24 Ekim 2013 Perşembe

Alex - Bir Hikayem Var



Bir Hikayem Var

En güzel yerinden başlamalıyım diye, düşündü adam. Güneşe direnen uzun kirpiklerinden mesela... Kokuma doğru kuş olup kanatlanan hokka burnundan; kafa tutan rüzgarından hatta... Toprak kokan yumuşak teninden, koyu siyah bir kış sabahı koşup gelişinden başladı.

O sabah uyandığında saat hayli geçti. Zeytuni sohbetlerin altında boylu boyunca uzanan zaman misali tutulmuştu bedeni. Siyah perdeler koyu zamanları sımsıkı sarıp tutsak etmiş, soluksuz gecelerin soluğunu kesmişti.  Çıt çıkmıyordu duvarlardan. Unutamadığı kısa anların ten kokusunu içine çekerken mevsimsiz deri ceketini giydi. Canı sıkkındı. Göz göze gelmek istemediği her şeyden gözlerini kaçırdı bir süre. Mor kanepede uyuyan kadının inip çıkan göğsüne ilişti gözü önce. Sonra kadının ince belindeki kabarık kahve tanesine. Tam beninden, tam seninden öpmek istedi. Bir süre kadını seyretti. Siyak düz saçlarından kayan küçük kristal tokaya baktı. Kadın usulca kanepeye gömdü yüzünü, adamın gitmesini bekledi. Kapıya yürüdü adam, ayakkabılarını giymek için yolculuk kokan parkeye eğildi. Ayaklarının dibindeki uzun ışıklı yola baktı bir süre. Eşikten sızan ışıktı bu... Güneş kapıya dayanmış, ben geldim, der gibiydi. Dün geceden karanlığa kapanan kapıyı açıverse her şey değişecek, turuncu güneş en güzel yerinden yeniden başlatıvericekti hikayeyi. Derin uykudakiler uyanabilir, ısısız oda ısınabilirdi.

İçini umut kapladı, gülümsedi adam. Kemikli ince uzun elini ışığın sıcağına tuttu, avuçları ısındı. Bu hissi iyi bilirdi. Okşamak kendini hissetmekti. Eşikten sızan ışık öylece duruyordu avuçlarının arasında. Sevecen ve tanıdık... Uzun ışıklı yol boyu koşan toz zerresi gibi hissetti kendini. Yol boyu savruldu. Sonra durdu. Ayağa kalktı, elini kapının koluna cesaretle attı, kapıyı ardına kadar açtı. İçinden hayal yüklü gemiler geçen mavili deniz tam karşıdaydı. Uçsuz bucaksız deli derinlere, aşna-fişneli koyun koynuna daldı gözleri. Bulutlara, göçüp giden göçmen kuşlara, uçakların dağılan beyaz izlerine baktı uzun uzun. Güneşi aradı. Saklandığı yerden renkli bir sürprizle çıkıverdi güneş. Mor mavi bir gök kuşağı altın köprüde belirmiş, istersen koş git, der gibiydi.

Derin bir soluk aldı. Eşikteki ışığı kalbine mühürledi. Şehrin ay ışıklarına, sokağın mor salkımlarına kapattı gözlerini. Gök kuşağının altında parlayan altın köprüde onu bekleyen çocukluğuna doğru koştu gitti. 


Fa'nın ardından...
Ekim 2013

27 Mart 2013 Çarşamba

SOYADI BAHR-I SEFİD


Osmanlı İmparatorluk topraklarının Afrika'yı içine aldığı yıllarda Derne'de yaşayan bir çocuktu Cabi. 
Hayli kalabalık ailesi ile birlikte yaşadığı uçsuz bucaksız Afrika kumsallarında koşar, büyük ağaçlar arasında savaş teknikleri öğrenirdi. Kabileler arası savaşların olduğu o zamanlarda hem çevik, hem de cesur olmak gerekirdi. Babası Hayati efendi yerli halkın yönetiminden sorumlu, hayli nüfuslu biriydi.
Cabi on bir yaşına geldiğinde beklenmedik bir şey oldu. Avrupa'dan gelen İtalyan'lar memleketlerine saldırdılar. Babasını, annesini, kardeşlerini, komşularını tüm akrabalarını öldürdüler. Yurtsuz ve ailesiz kaldı. Özgürlüğün avuçlarının arasından kaçıp gittiğini hissettiği anda Türk soydaşlarını korumak için bir gemi yanaştı limana. Gemiden Fuat (Bulca),  Fethi (Fethi Okyar), Nuri (Conker), Enver Paşa ve  Mustafa Kemal Paşa indiler. Aylarca süren mücadele sonuç vermediği gibi, İtalyanlar yaptıkları saldırılarla Bingazi'den, Yunanistan'a bütün Bahr-ı Sefid'i   ele geçirdiler. 
Limandan yenik ayrılan geminin içinde, Türk komutanlar ve yerli halktan sağ kalan bir avuç cesur genç savaşçı vardı. Onların varlığından herkes haberdardı ama ambarında saklanan dokuz yetim çocuktan kimsenin haberi yoktu. 
Cabi ve sekiz arkadaşı gürültülü bir karanlıkta, artık onların olmayan toprakları bırakıp, hiç görmedikleri yeni vatanlarına gidiyorlardı. 
Gemi Anadolu limanına yanaştığında tek kelime Türkçe bilmeyen yaşları yedi ile on üç arasında değişen dokuz kimsesiz çocuk ambardan çıkartıldığında ölmek üzereydiler. 
Mustafa Kemal o zamanlar yetimhane olmadığından mı, yoksa çocukların direncine ve cesaretine duyduğu hayranlıktan mı bilinmez; onları kendi birliklerinde yetiştirmek üzere himayesine aldı.
Yıllar geçti. Büyüdüler. Sırım gibi delikanlılar oldular. Topraklarını sevdiler. Asker oldular. Kurtuluş savaşında en önemli cephelerde, hep bu genç subaylar görev aldı.
Cabi Kürt isyanını bastırmakla görevlendirildi. Ayakları dondu Sarıkamış dağlarında. Kurtuluş Savaşında Çanakkale'de günlerce aç kaldı. Açlığa dayanırdı, dayandı da... Bulduğu buğdayları avucunda kabuğundan ayırırken oluşan yaralar yüzünden avuç içlerinde ne hayat çizgisi, ne sağlık çizgisinden eser yoktu artık. 
İnandığı ve uğruna savaşılması gereken bir tek şey vardı. Özgürlük.
"Biz bu vatanı çok zor şartlarda kazandık. Bilin bütün bunları ve siz de çocuklarınıza anlatın. Cumhuriyete sahip çıkın. Cumhuriyet özgürlüktür. Özgürlük onurlu yaşamaktır." derdi torunlarına.

Cabi Hüseyin Akdeniz. 
Hüseyin adını ona kim vermişti bilinmiyordu ama soyadının nereden geldiği öyküsünde gizliydi.
Dikkatli bakarsanız bu sırrı ya 'Ordular; İlk hedefiniz Akdeniz'dir ileri' sözünü belgeleyen resimlerdeki süvari alayının ön saflarında; ya Bahr-ı Sefid'den Akdeniz'e doğru istikamet bulan yolculuğun tam ortasında; ya da Halikarnas Balıkçısı'nın " Akdeniz'de enginin ışığı göklere vurur da sanki 'Gece', uykusunda uyurken, hayatın düşünü nur içinde görür ve hayatı sayıklar. İşte bunun içindir ki 'Akdeniz' Akdeniz adını alır" dizelerinde resmettiği 'Beyaz Deniz'in en derininde bulursunuz.

Albay Hüseyin Akdeniz. (1900- 1978)
Benim dedem. Bir Cumhuriyet, bir özgürlük savaşçısı. 


Derne limanından kalkan gemi... 

5 Mart 2013 Salı

Sadece Seviversek


'Hayattan beklentin nedir?' dedi adam.
'iyi bir eş, rahat bir hayat, yetecek kadar para. Sağlıklı çocuklar. Bunlar beklentilerim'. dedi kadın.
'Nasıl bir eş istersin?' dedi adam.
'Anlayışlı, müşfik, ilgili, sevgi dolu' dedi kadın.

Kadına baktı bir süre adam. Denize baktı. Tahta iskeleye oturdu. Sustu düşündü. Hayattan kendi beklentilerini değil, kadının beklentilerine uygun bir erkek olup olmadığını, kadının kendi hayallerine denk olup olmadığını düşünüyordu. Yeterince anlayışlı mıydı acaba? Anlayışlı erkekten beklentisi neydi kadının? Evde yemek bulamayınca susmak mıydı anlayışlı olmak, yoksa sorun çıkarmadan mutfağa dalıp makarna yapmak mı?
Oysa o hep bir gün karısından önce eve gelip ona sofralar donatmanın hayalini kuruyordu ortak hayatta. Beklenti ile gelen anlayışlı erkeklik bu kadar basit miydi? Bir tencere makarna pişirmek kadar kolay mıydı anlayışlı olmak? Karnı doyunca beklentileri karşılanacak mıydı kadının?
Karnı doyan değil, gözleri parlayan bir kadındı onun aradığı.

Yeterince müşfik miydi acaba? Müşfik bir eşten beklentisi neydi kadının? En üzgün anında onu dizlerine yatırıp okşamak mıydı müşfik olmak, yoksa konuşarak onu rahatlatmak mı?
Oysa o hep bir gün eşini çok üzgün görürse elinden sımsıkı tutup en uzun yolda saatlerce yürümeyi hayal etmişti.
Deniz kenarında, ormanda baş başa uzun bir yürüyüşün sonunda onu eve getirip üstünü örtmek, uyumasını seyretmekti onun hayali. Bu kadar basit miydi müşfik eş olmak? Herhangi bir yakın dostun yapabileceğini yapmak kadar kolay mıydı? Varlığının önemini hissettireceği, ona sonuna kadar yanında olduğunu göstereceği bir eş olmak istiyordu oysa adam.
Kıvrılmış bir kedi değil, ayakta duran bir kadındı onun aradığı.

Yeterince sevgi dolu muydu acaba? Sevgili olmaktan beklentisi neydi kadının? Her an yanyana olmak mı? Hep onu düşünmek mi? Her şeyden birlikte keyif almak mı? Tüm arkadaşlarıyla tanışmış olmak mı? Sevgilim diye tanıştırılmak mı? Sürekli dokunmak mı? Öpmek... öpmek... Bu muydu sevgi dolu erkek?
Oysa o hep onu sadece sevmeyi hayal etmişti. Sadece sevmeyi... Sevdiğini, sevildiğini hissetmeyi... Doğduğu şehre götürüp ona sürpriz yapmayı düşlemişti. Kadınına hiç beklemediği bir anda, en olmadık yerde, markette, belki de asansörde, durduk yerde 'Seni seviyorum' demenin hayalini kuruyordu ortak hayatta. Beklenmedik bir günde beklenmedik hoşluklar yapmak istiyordu oysa o..
Saçı bembeyaz olduğunda ilk kez 'çok güzelsin' diyebileceği bir kadındı onun aradığı.

Kadın adamın yanına ilişti, başını sırtına yasladı cevabı sabırla bekledi.
'Peki benden beklentin nedir?' dedi adam kadına.
'Hiç' dedi kadın. 'Hiç bir beklentim yok'. 'Ya senin?. Senin beklentin ne benden?'
'Bilmem hiç düşünmedim' dedi adam.

Oysa ikisinin de idealleri sandıkları beklentileri, iki kişilik sandıkları tek kişilik hayalleri vardı. Gün gün hayatın planları vardı kafalarında. Ama 'Hiç' diyorlardı 'Çok' yerine. Korkuları vardı. Gerçekleri duyunca ya giderse?
Giderse gitsin... Biterse bitsin...Yeter ki sadece sevsin... Bunu diyemiyorlardı.
Alışmışlardı karşısındaki ile hayalindekini 'aynı' görmeye. Belki de aynı yapmaya. Aynı olmayınca suçlamaya, kızmaya, ağlamaya... Terk etmeye. Terk edecek gücü bulamayınca sızlanmaya. Mutsuz olup, mutlu edemediği için mutsuz etmeye.

'Hiç beklemesek. Beklentisiz seviversek. Olduğumuz gibi. Sen bensiz iken, ben sensizken olduğumuz hallerimizle sevsek..' dedi adam.
Kadın adama inanmadı. Dışı böyle der, içi başka söyler diye düşündü. Kaç kere güvenip kaç kere yanılacaktı. İnanmadı.
Adam devam etti. 'Kıskanarak değil de, özgürlüğümüzü seyrederek sevsek. Özel günlerde hediyelerle gelişi değil de, ummadık bir anda öpüşü, olmadık bir anda kapıyı çalışımızı sevsek?'
'... Sevgiye beklentileri karıştırmadan, sevgiye başka şey katmadan koşulsuz ve katıksız sevsek... Sonunu düşünmeden, hesaplayıp çarpıp bölmeden, kurgulamadan, sorgulamadan, hayallere dalıp gerçeklikten kopmadan sevsek... Sadece sevsek... Sadece seviversek...'
Adam konuşuyor, kadın düşünüyor,sevgi üzerine kurduğu, duyduğu cümleler beyninde yankılandıkça boğuluyor gibi oluyordu.
"Sevgi denizi sakin ve tek başına ama yan yana yüzebilenler için mavi ve sonsuz bir yolculuktur."
"Beklentiler ile yüklü dalarsan denize bu ağırlığı kaldıramaz. Beklentiler ile atladığımız sevgi denizinde bize ne olur biliyor musun? Beklentilerin ağırlığı yüzünden, karanlık derinlikte birlikte boğuluruz.'
'Çırılçıplak denize girmek gibi bir şeyden bahsediyorum... Bir gün birlikte denize çırılçıplak girelim.' dedi adam.
'Peki' dedi kadın... ' Tutkuyla sevişelim denizde..Ya kurtuluruz, ya boğuluruz'
'Boşver, böyle iyi...' dedi adam... 

Umudunu iskeleye bıraktı. Denize atladı. Gitti...



Mehtap Akdeniz
13 Aralık 2002

30 Ocak 2013 Çarşamba

NURFAMOR


‘Önüm, arkam, sağım, solum, sobe, saklanmayan ebe’’  komutuyla birlikte kendimi sokağı döner dönmez karşınıza çıkan, mor çiçekli bahçenin en kıymetlisi olan akşam sefalarının altında buldum. 
İnsanı insandan, geceyi aydınlıktan gizleyen bu bol ağaçlı küçük bahçe saklanmak için mükemmel bir yerdi. Tek bir şartla: Nurfamor ablaya sobelenmeden bahçeden çıkabilirsen.
Bahçesine girilmesine çok kızardı. En çok da çocuklara... O bizden ne kadar haz etmiyorsa; biz de her fırsatta onun bahçesine dalmaktan aynı ölçüde haz duyardık. Bu iki ebeli, tek sobeli saklambaç için yılda birkaç kez cesaretimi toplar, her şeyi göze alıp çitin kırık yerinden gizlice bahçesine sızardım. Bunu kendime uğur saymıştım. Ne zaman bu bahçeye girsem, Nurfamor adlı korkunun verdiği hızla ebeyi ilk sobeleyen hep ben olurdum. 
Ona niçin ‘Nurfamor’ dendiğini evdekilere sormuştum. Annem, Pinokyo gibi yürüdüğü için küçükken mahalledeki çocukların ona taktığı İtalyanca bir ad olduğunu söylemişti. Belki de bu yüzden çocukları hiç sevmezdi. Anneannem, “Mor çiçek meraklısı olduğu için öyle diyorlar,” demişti. Bu daha mantıklıydı.
İri üzüm salkımlarına benzeyen mor çiçeklerin altında nefesimi tutmuş, tek bir yaprak çıtı çıkarmadan öylece duruyordum. Penceresi açık evin salonundan gelen, gelinle damat için çalınan evlilik şarkısı işimi kolaylaştırıyordu. 
Nur abla hiç evlenmemişti. İri ellerine tezat, ince, zarif  vücutlu, pembe-beyaz tenli, hoş biriydi. Öylece durduğu zaman yazlık sinemanın duvarına yapıştırılan afişlerdeki  güzel kadınlara benziyordu. Fakat adım atmasıyla birlikte o afişteki güzel kadın gidiyor yerini tahta bacaklı bir kara korsan alıyordu. Hele sert sert konuşmaya başlayınca ayağındaki o kocaman erkek ayakkabılarının ruhuna girdiğini düşünüyordum. Ayakkabıları ona büyük geliyordu, bütün sorunu buydu. 
Ben aklımdan bunları geçirirken birden köşeden ebe Emre döndü.
“Gördüm, sobe! Nurfamor’un bahçesindesin,” diye bağırdı.
Sayılmazdı, isim söylemeden sayılmazdı. Hiç ses etmeden öylece durdum. Ebe Emre’nin çitten atlayıp bahçeye girmesiyle birlikte evin kapısı açıldı ve Nur abla oracıkta belirdi.
“Seni piç kurusu” diye bağırmasıyla, Emre hızla kendini sokağa atmıştı ki aynı anda kocaman bir siyah deri terlik havada süzüldü. Uçtu, uçtu ve asfaltta kayarak karşı duvara çarpıp oracığa yığıldı. Saklandığım yerden çıkmama imkan yoktu. Nurfamor kaç kere söylemişti, “Benim bahçeme girilmeyecek’”diye.
Girilmeyen bir yerden çıkılamazdı da, öylece durdum...

“Terliğimi getir çabuk,” diye Emre’ye hiddetlendi.
“Bana ne ya. Atmasaydın.”
“Getir dedim sana.”
Emre yerde yatan terliği bir hışım aldı ve aynı hızla bahçeye geri savurdu. Terlik benim bir metre kadar yakınıma düştü.
Nurfamor “Terbiyesiz,” diye söylenerek, bahçe toprağına basmamak için seke seke terliği almaya yanıma kadar geldi. Olduğum yerde sinmiş, neredeyse yerle bir olmuştum, az sonra beni gördüğünde toprağa karışacaktım zaten. Siyah bir terlik ve terliksiz bir ayak yanımda durdu. Eğilip terliğini alırken o beni, ben de onun ayak parmaklarını gördüm. Altı taneydiler. Korkudan çift görüyor olabilirdim. İyice baktım. Haklıydım. Hafifçe başımı kaldırdım. Göz göze geldik. O kadar heyecanlanmıştım ki ne diyeceğimi şaşırdım.
“Sobe” diyebildim fısıldayarak. Bir bana baktı, bir elindeki siyah terliğe. Kafama indirecekti. Bekledim. Terliğini giydi, korsan edasını takınarak eve yöneldi. Kapıyı kapatmadan önce birden hışımla bana döndü, başıma gelecekleri düşünüp iyice saklandım. Gülümsedi. Fısıldayarak beni geceye ebeledi.

“Sobe”



27 Ocak 2013 Pazar

Figaro’nun Düğünü


Karnım iyiden iyiye açıkmıştı. Bir an önce eve gidip hazır sofraya oturup bir şeyler yemek istiyordum. Ev yakındı ama yürümek istemedim. Bütün gün Belediye’de rakamlarla boğuşmaktan başım da ağrımaya başlamıştı. Durağa geldiğimde Belediye’den arkadaşlar çoktan dolmuş sırasına dizilmişlerdi. Bir kaçı bana yerini verdi. Dolmuş sırası umduğumdan çabuk gelmişti. Dolmuşa biner binmez Fahriye’yi arayıp, getirmemi istediği bir eksik olup olmadığını sordum. Herşey  hazırdı, beni bekliyorlardı. Telefonu cebime yerleştirirken yanımda oturan hanımı rahatsız etmiş olmalıyım ki, oflayarak yerine yeniden yerleşti. Takındığı tavırla beni iyice geren, bu artist kılıklı süslü kadına haddini bildirmek istedim. Vazgeçtim. Eve bir durak kalmış olmasına rağmen soföre durmasını söyledim. Dolmuştan indim. Eve dönen köşeye geldiğimde yağmur yağmaya başlamıştı. Adımlarımı hızlandırdım.
Eve vardığımda hem ıslak hem de açtım. Fahriye beni karşıladı. ‘Hayırlı akşamlar, hoşgeldin.’ Dedi. Çocuklara seslendi. ‘Çocuklar haydi sofraya geçin, babanız da geldi’ Üzerimden çıkarttığım pardesüyü özenle portmantoya astı, terliklerimi uzattı.
Yemek boyunca pek konuşmadım. Fahriye’nin anlattığı şeylere kulak asmadım. Sorulan soruları geçiştirdim.  Fahriye yemek boyunca bir yandan yemekleri tabaklara boşalttı, bir yandan da hafta sonu davetli olduğumuz komşu oğlu Fikri'nin düğününden bahsetti durdu. Sonunda ağzındaki baklayı çıkardı. Takmamız gereken çeyrek altının parasını itiraz etmeden verdim. İş bununla bitmedi. Düğüne ne giyeceğimiz konusu fazla uzadı. ‘Baldızın düğününe giydiğin elbiseyi giyersin olur biter’ diye Fahriye’ye çıkıştım.  Suratını sallayarak sofradan söylenerek kalktı. ‘Ruhsuz herif’ dediğini duydum ama duymazdan geldim, masadan kalkıp koltuğa uzadım. Televizyonda maç özetlerini izlerken aklım yarın gideceğim toplantıdaydı.
Fahriye kahvemi getirdi. Örgüsünü alıp yanımdaki kanepeye ilişti. Maç özetleri bitti. Kumandayı Fahriye’ye uzattım. ‘Al, ne dizi izliyorsan izle’ dedim. Kumandayı hevesle aldı, sevdiği diziyi açtı.
Yarınki toplantıyı düşündüm. Dizideki artistlerin suratına dikkatle baktım. İsimlerini bie bilmediğimi farkettim. Fahriye biliyor olabilirdi. Sordum. Bir iki tanesinin adını söyledi, diğerlerini o da bilmiyordu. ‘Fahriye biz en son hangi tiyatro oyununa gitmiştik?’diye sordum. Anlamsız anlamsız suratıma baktı. ‘Ben hayatımda hiç tiyatroya gitmedim’ dedi.
Bana kızgın olduğu için böyle söylediğini düşündüm. Gönlünü almalıydım. En son hangi oyuna gittiğimizi düşündüm. Bulamadım. Yıllardır evliydik, onsuz bir tiyatro oyununa gitmiş olabilir miydim? Birden aklıma geldi. ‘Amma da yaptın hanım. Birkaç yaz evvel gittiğimiz otelde bile izledik unuttun mu?’ Dedim. ‘A evet onu unutmuşum. Beni de ortaya çağırmışlardı da utanmış, çıkmamıştım. Bir o işte, başka hiç tiyatro görmedim ’ dedi. Ben de hatırladım.  Matrak bir oyundu. Ahaliyi güldürmek için türlü maskaralıklar işte.
‘Oraya orta denmez, sahne denir hanım. Neyse, bundan sonra Şehir Tiyatroları’nda oynanan hiç bir oyunu kaçırmayacaksın’
Fahrriye bana göstermemeye çalışarak, ağzını burnunu oynattı. Bu habere komşunun oğlunun düğününe heveslendiği kadar bile heveslenmedi. Hatta hiç inanmadı. Şaka bile sanmadı.
Bugün bana o görev verildiğinde ben de Fahriye gibi ağzımı burnumu oynatmış, hiç inanmamıştım. Şaka sanmıştım. 



BOY AYNASI


Ayvalık’taki  üç katlı taş evin bütün odaları gün boyu ziyaretçilerle dolup taşmış, Eylül serinliği akşamüstüne doğru duvarları soğutmaya başlamıştı. Anneannem ölmüştü. Cenaze evinin taziye havasından kurtulup çocukluğuma uzanan merdivenlere yöneldim .
Merdiven başındaki  pencerenin altındaki büyük sandık her zamanki yerinde gelenleri karşılıyordu.  Pencereden giren kızgın güneş, üzerindeki püsküllü yeşil örtüyü soldurmuştu. Çocukken yaptığım gibi, üzerine çıkıp oturdum. Huzursuz salınan dantel perdenin arkasına gizlenen zeytin dalları güneşi sakinleştirecek kadar büyümüştü.   İkinci kattaki en büyük odanın kapısı aralıktı. Çocukluğuma dair en derin izlerin, yoğun anneanne kokusunun olduğu yer orasıydı. Pirinç başlıklı yatağa yatıp pamuk yastığı burnuma dayamak, annenane kokusunun koynuna yatmak istedim. Odaya doğru yürüdüm. Kapı aralığından bakınca annemle Nihal teyzemi gördüm. Boy aynalı, iki kapısı olan, oymalı tahta gardrobun önünde duruyorlardı. Hiç konuşmuyor, aynadan yansıyan görüntülerinde bile göz göze gelmekten kaçınıyorlardı. Beni  görmediler.  Onları anılarıyla başbaşa bırakmak istediysem de geri dönmekte biraz tereddüt ettim. Annem yere eğildi. Gardrobun altındaki iki büyük çekmeceden sol taraftakini yavaşça  açtı. Açılırken sürtünen tahtadan çıkan ses çok tanıdıktı. Gülümsedim. Gidemedim.
O iki çekmece tığla örülmüş küçük el bezi battaniyelerin altında kendimizi büyüttüğümüz bebek evimizdi. Sağdaki Berrinin, soldaki benim. Sehpalardan aşırdığımız örtülerden dantel perdeleri, kırpık şifonlardan yatak takımları, divitin pazenden çiçekli halıları olan renkli dünyamızdı. Kasabaya gelen panayırdan aldığımız pembe plastik çay takımını yarı yarıya paylaşmıştık. Salondaki orta sehpasından alıp içine sığdırdığımız porselen atlı araba biblosuyla çekmeceler arası komşu ziyaretleri yapardık. Birbirimize yemek davetleri verir, başbaşa vererek kurduğumuz iki kapılı yuvanın ortak çatısını, başımızdan çekmeceye dökülen ipek saçlarımızla örterdik. Oyun bitince derli toplu anneler gibi içini toplar, bebeklerimizin üstünü şefkatle örter, derin uykularından uyandırmadan usulca çekmeceleri kapatırdık. Tahtanın sürtünmesiyle  çıkan o büyülü ses oyunun başlama ve bitiş ziliydi. Oyun boyunca birbirimizin yüzüne doğrudan bakmaz, aynaya bakarak konuşurduk. Ayna bizi içine alır, birbirimizin gördüğü gözle kendimizi görmemize vesile olurdu.  Aynada seyirci olmanın keyfini çıkarırdık. Oyunu oyun gibi oynamanın hakkını verirdik.
O yaz aslında tatsız başlamıştı. Nihal teyzem eşini ve oğlunu bir deniz kazasında kaybetmişti. Eşinden kalan büyük mirasa rağmen, tek başına hayata devam edemeyeceğini kabullenip anneannemin yanına, bu eve yerleşmişti. Çok mutsuzdu. Bu tatsız olayın evde estirdiği kasvetli havaya rağmen o yaz Berrin’le çok eğlenmiştik. Ortalarda dolaşan çocuk neşesinin teyzemin acısını artıracağını düşünen anneannem, bize bu çekmece oyununu öğretmişti. Annem ile Nihal teyzemin de çocukken burada oynadıklarını bilmek bize çok iyi gelmişti. Sağdaki Nihal teyzemin, soldaki annemindi. Neredeyse bütün yazı bu iki çekmecenin içinde, gardrobun dibinde, boy aynasının önünde geçirmiştik.
Ne zaman çocukluğumu özlesem bu boy aynası evvel zamanlardan çıkagelir, karşıma dikilir, gelişkin bedenim aynada küçülür, çocuk olur, ne yaparsam yapayım aynada Berrin olmadan büyüyemezdim.
Annem açtığı çekmecede bulamadığı her şeye, uyumayan bebeklere, göremediği dantel örtülere baktı. Tıplı Ayvalık’tan  Balıkesir’e döndüğümüz günün sabahı gibi ağlıyordu.
O yıl ilkokula başlayacaktım. Berrin okula başlayalı dört yıl olmuştu. Çok hevesliydim. Taziyelerle geçen hüzünlü yazın bebek evinden şehrin kışına, Berrin’siz dönmüştük. Aylarca dur durak bilmeyen sorularımın sonunda teyzeme evlatlık verildiğini öğrendiğim zaman neler olup bittiğini tam anladım sayılmazdı. İçimdeki boşluğun artarak, kemiklerimi kırarak beni büyüttüğünü de annem anlamamıştı. Hevesim kalmamıştı. Berrin’den gelen haberler canımı sıkar olmuştu. Biz Balıkesir’de kıt kanaat geçinirken, Berrin, teyzemin serveti sayesinde mutluydu. Haberlerin kahramanı değişmiş, Berrin olmaktan çıkmış, Berrinin hayatı, benden izler taşımayan havadisler halini almıştı. En büyük hediyem arada bir anneannemin yolladığı zeytinyağı  ve sabun kolileri içinden çıkan küçülmüş süslü elbiseler ve ayakkabılardı.
En son ertesi yıl, babamın işçi olarak Almanya’ya kabul edilip gidişimizin kesinleşmesi üzerine bir kaç günlüğüne vedalaşmaya gelmiştik bu eve. Berrin bir yıl içinde büyümüş, ergenlik çağına yakın sakin bir kızdı artık. Büyük bir odası, bir dolap dolusu elbisesi vardı. Maddi zorlukların bizi gurbete sürüklemesinin öfkesiyle Berrinin yerinde olmak, orada kalmak istediğim son gecemizde anneme ilk ve son kez, ‘Neden ben değil de o?’ sorusunu sorduğumda bu çekmecenin önündeydik. Yine ağlıyordu. Kısa ve buruk vedalaşmadan sonra ayrıldığım bu eve bir daha hiç gelemedim.
Almanya’da  geçen yıllar bu evi, çekmecelerin içindeki evciliği, üzüm ve şeftali dolu meyve sepetlerini, tarhana kokusunu, ağustos böceklerinin sızlanmalarını, Berrin’i unutmaya çalışmakla geçmişti. Bir süre sonra bu boşluk ergenleşerek değişime uğramış, yerini karşı sınıftaki oğlanın sarı saçlarına, bahar pikniğinde pişireceğim vişneli turtanın heyecanına bırakmıştı.
Unuttuğumu sandığım her şey biraz eksik, bir hayli tamam aklımdan geçerken çıkardığım hıçkırık sesi beni ele verdi . Beni gördüler. Odaya girdim. Açık boş çekmeceme baktım. Berrin’in bebek evini açmak, hayallerimdeki eksikleri tamamlamak, Berrin’in bebek evine tekrar gitmek istiyordum. Cesaretimi topladım, çekmeceyi usulca açtım. Gıcırdayan tahtaların sesi oyunu tekrar başlattı. Devamı gelmedi. Berrin’in bebek evi de boştu. Aynaya baktım. Berrin kapının önünde durmuş, başını  pervaza yaslamış aynadan bana bakıyordu. Çocukluğumuz göz göze geldi.  İçinden geçenler boş çekmeceyi doldurmaya başlamıştı  Terkedilmiş bebek evinin sadık sakiniydi o. Benim neşeli geçmişimi sakladığım çekmeceye, Berrin sessizliği kitlemişti.
Çekmecenin içinde dip köşelere sıkışmış bir fotoğraf gördüm. Evin önündeki taş merdivende anneannem, annem, teyzem, ben ve Berrin tarhana ovalarken çekilen fotoğraf. Ertesi gün Balıkesir’e döneceğimiz için alelacele tarhanaları bitirmeye çalışıyor, durumdan habersiz, çok eğleniyorduk. Sakladığım, unutmaya çalıştığım her şey zihnimde yeniden canlanmaya başladı.  Heyecanla  aynadan Berrin’e baktım.  Yaz sıcağı onun saçlarını başak gibi yapardı. Şimdi siyahtı. Benimle Berrin arasına sıkışan görüntüye bir el girdi. Fotağrafa uzandı. Çocukluğumuzu avucuna aldı. Hayatımız annemin ellerinin arasında tüy gibi titriyordu. Ters yüz olmuş mazi aynadan bize dik dik bakıyor, oyunun kahramanlarıysa pür neşe oyuna aynadan katılıyorlardı. Büyük evin sessizliğini fotoğrafın arkasına düşülen nottaki  sarı saçlı kızın çığlığı bozdu.

 “ Neden ben değil de o? ‘”