Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

Size gösterileni değil, gösterilmeyeni merak edenlerdenseniz..

27 Ocak 2013 Pazar

BOY AYNASI


Ayvalık’taki  üç katlı taş evin bütün odaları gün boyu ziyaretçilerle dolup taşmış, Eylül serinliği akşamüstüne doğru duvarları soğutmaya başlamıştı. Anneannem ölmüştü. Cenaze evinin taziye havasından kurtulup çocukluğuma uzanan merdivenlere yöneldim .
Merdiven başındaki  pencerenin altındaki büyük sandık her zamanki yerinde gelenleri karşılıyordu.  Pencereden giren kızgın güneş, üzerindeki püsküllü yeşil örtüyü soldurmuştu. Çocukken yaptığım gibi, üzerine çıkıp oturdum. Huzursuz salınan dantel perdenin arkasına gizlenen zeytin dalları güneşi sakinleştirecek kadar büyümüştü.   İkinci kattaki en büyük odanın kapısı aralıktı. Çocukluğuma dair en derin izlerin, yoğun anneanne kokusunun olduğu yer orasıydı. Pirinç başlıklı yatağa yatıp pamuk yastığı burnuma dayamak, annenane kokusunun koynuna yatmak istedim. Odaya doğru yürüdüm. Kapı aralığından bakınca annemle Nihal teyzemi gördüm. Boy aynalı, iki kapısı olan, oymalı tahta gardrobun önünde duruyorlardı. Hiç konuşmuyor, aynadan yansıyan görüntülerinde bile göz göze gelmekten kaçınıyorlardı. Beni  görmediler.  Onları anılarıyla başbaşa bırakmak istediysem de geri dönmekte biraz tereddüt ettim. Annem yere eğildi. Gardrobun altındaki iki büyük çekmeceden sol taraftakini yavaşça  açtı. Açılırken sürtünen tahtadan çıkan ses çok tanıdıktı. Gülümsedim. Gidemedim.
O iki çekmece tığla örülmüş küçük el bezi battaniyelerin altında kendimizi büyüttüğümüz bebek evimizdi. Sağdaki Berrinin, soldaki benim. Sehpalardan aşırdığımız örtülerden dantel perdeleri, kırpık şifonlardan yatak takımları, divitin pazenden çiçekli halıları olan renkli dünyamızdı. Kasabaya gelen panayırdan aldığımız pembe plastik çay takımını yarı yarıya paylaşmıştık. Salondaki orta sehpasından alıp içine sığdırdığımız porselen atlı araba biblosuyla çekmeceler arası komşu ziyaretleri yapardık. Birbirimize yemek davetleri verir, başbaşa vererek kurduğumuz iki kapılı yuvanın ortak çatısını, başımızdan çekmeceye dökülen ipek saçlarımızla örterdik. Oyun bitince derli toplu anneler gibi içini toplar, bebeklerimizin üstünü şefkatle örter, derin uykularından uyandırmadan usulca çekmeceleri kapatırdık. Tahtanın sürtünmesiyle  çıkan o büyülü ses oyunun başlama ve bitiş ziliydi. Oyun boyunca birbirimizin yüzüne doğrudan bakmaz, aynaya bakarak konuşurduk. Ayna bizi içine alır, birbirimizin gördüğü gözle kendimizi görmemize vesile olurdu.  Aynada seyirci olmanın keyfini çıkarırdık. Oyunu oyun gibi oynamanın hakkını verirdik.
O yaz aslında tatsız başlamıştı. Nihal teyzem eşini ve oğlunu bir deniz kazasında kaybetmişti. Eşinden kalan büyük mirasa rağmen, tek başına hayata devam edemeyeceğini kabullenip anneannemin yanına, bu eve yerleşmişti. Çok mutsuzdu. Bu tatsız olayın evde estirdiği kasvetli havaya rağmen o yaz Berrin’le çok eğlenmiştik. Ortalarda dolaşan çocuk neşesinin teyzemin acısını artıracağını düşünen anneannem, bize bu çekmece oyununu öğretmişti. Annem ile Nihal teyzemin de çocukken burada oynadıklarını bilmek bize çok iyi gelmişti. Sağdaki Nihal teyzemin, soldaki annemindi. Neredeyse bütün yazı bu iki çekmecenin içinde, gardrobun dibinde, boy aynasının önünde geçirmiştik.
Ne zaman çocukluğumu özlesem bu boy aynası evvel zamanlardan çıkagelir, karşıma dikilir, gelişkin bedenim aynada küçülür, çocuk olur, ne yaparsam yapayım aynada Berrin olmadan büyüyemezdim.
Annem açtığı çekmecede bulamadığı her şeye, uyumayan bebeklere, göremediği dantel örtülere baktı. Tıplı Ayvalık’tan  Balıkesir’e döndüğümüz günün sabahı gibi ağlıyordu.
O yıl ilkokula başlayacaktım. Berrin okula başlayalı dört yıl olmuştu. Çok hevesliydim. Taziyelerle geçen hüzünlü yazın bebek evinden şehrin kışına, Berrin’siz dönmüştük. Aylarca dur durak bilmeyen sorularımın sonunda teyzeme evlatlık verildiğini öğrendiğim zaman neler olup bittiğini tam anladım sayılmazdı. İçimdeki boşluğun artarak, kemiklerimi kırarak beni büyüttüğünü de annem anlamamıştı. Hevesim kalmamıştı. Berrin’den gelen haberler canımı sıkar olmuştu. Biz Balıkesir’de kıt kanaat geçinirken, Berrin, teyzemin serveti sayesinde mutluydu. Haberlerin kahramanı değişmiş, Berrin olmaktan çıkmış, Berrinin hayatı, benden izler taşımayan havadisler halini almıştı. En büyük hediyem arada bir anneannemin yolladığı zeytinyağı  ve sabun kolileri içinden çıkan küçülmüş süslü elbiseler ve ayakkabılardı.
En son ertesi yıl, babamın işçi olarak Almanya’ya kabul edilip gidişimizin kesinleşmesi üzerine bir kaç günlüğüne vedalaşmaya gelmiştik bu eve. Berrin bir yıl içinde büyümüş, ergenlik çağına yakın sakin bir kızdı artık. Büyük bir odası, bir dolap dolusu elbisesi vardı. Maddi zorlukların bizi gurbete sürüklemesinin öfkesiyle Berrinin yerinde olmak, orada kalmak istediğim son gecemizde anneme ilk ve son kez, ‘Neden ben değil de o?’ sorusunu sorduğumda bu çekmecenin önündeydik. Yine ağlıyordu. Kısa ve buruk vedalaşmadan sonra ayrıldığım bu eve bir daha hiç gelemedim.
Almanya’da  geçen yıllar bu evi, çekmecelerin içindeki evciliği, üzüm ve şeftali dolu meyve sepetlerini, tarhana kokusunu, ağustos böceklerinin sızlanmalarını, Berrin’i unutmaya çalışmakla geçmişti. Bir süre sonra bu boşluk ergenleşerek değişime uğramış, yerini karşı sınıftaki oğlanın sarı saçlarına, bahar pikniğinde pişireceğim vişneli turtanın heyecanına bırakmıştı.
Unuttuğumu sandığım her şey biraz eksik, bir hayli tamam aklımdan geçerken çıkardığım hıçkırık sesi beni ele verdi . Beni gördüler. Odaya girdim. Açık boş çekmeceme baktım. Berrin’in bebek evini açmak, hayallerimdeki eksikleri tamamlamak, Berrin’in bebek evine tekrar gitmek istiyordum. Cesaretimi topladım, çekmeceyi usulca açtım. Gıcırdayan tahtaların sesi oyunu tekrar başlattı. Devamı gelmedi. Berrin’in bebek evi de boştu. Aynaya baktım. Berrin kapının önünde durmuş, başını  pervaza yaslamış aynadan bana bakıyordu. Çocukluğumuz göz göze geldi.  İçinden geçenler boş çekmeceyi doldurmaya başlamıştı  Terkedilmiş bebek evinin sadık sakiniydi o. Benim neşeli geçmişimi sakladığım çekmeceye, Berrin sessizliği kitlemişti.
Çekmecenin içinde dip köşelere sıkışmış bir fotoğraf gördüm. Evin önündeki taş merdivende anneannem, annem, teyzem, ben ve Berrin tarhana ovalarken çekilen fotoğraf. Ertesi gün Balıkesir’e döneceğimiz için alelacele tarhanaları bitirmeye çalışıyor, durumdan habersiz, çok eğleniyorduk. Sakladığım, unutmaya çalıştığım her şey zihnimde yeniden canlanmaya başladı.  Heyecanla  aynadan Berrin’e baktım.  Yaz sıcağı onun saçlarını başak gibi yapardı. Şimdi siyahtı. Benimle Berrin arasına sıkışan görüntüye bir el girdi. Fotağrafa uzandı. Çocukluğumuzu avucuna aldı. Hayatımız annemin ellerinin arasında tüy gibi titriyordu. Ters yüz olmuş mazi aynadan bize dik dik bakıyor, oyunun kahramanlarıysa pür neşe oyuna aynadan katılıyorlardı. Büyük evin sessizliğini fotoğrafın arkasına düşülen nottaki  sarı saçlı kızın çığlığı bozdu.

 “ Neden ben değil de o? ‘”
                

2 yorum:

  1. Çok vurucu çok etkileyici bir konu. Bunun üzerinde çalışmak nasıl birşey merak ediyorum. Benim hayatımda da evlatlık verilen, evlat edinilen insanlar, evlat edinen aileler ve evlatlarını evlatlık veren aileler var dramlar var. Hepsi kendi içinde ayrı ayrı bir yazım konusudur. Hepsinin dramı kendi içinde ayrı ayrı hikayeler taşır.

    YanıtlaSil
  2. Senaryosunu yazıyorum... Umarım hikayeler kadar etkili olur.

    YanıtlaSil