Ayvalık’taki üç katlı taş evin
bütün odaları gün boyu ziyaretçilerle dolup taşmış, Eylül serinliği akşamüstüne
doğru duvarları soğutmaya başlamıştı. Anneannem ölmüştü. Cenaze evinin taziye
havasından kurtulup çocukluğuma uzanan merdivenlere yöneldim .
Merdiven başındaki pencerenin
altındaki büyük sandık her zamanki yerinde gelenleri karşılıyordu. Pencereden giren kızgın güneş, üzerindeki
püsküllü yeşil örtüyü soldurmuştu. Çocukken yaptığım gibi, üzerine çıkıp
oturdum. Huzursuz salınan dantel perdenin arkasına gizlenen zeytin dalları
güneşi sakinleştirecek kadar büyümüştü. İkinci kattaki en büyük odanın kapısı
aralıktı. Çocukluğuma dair en derin izlerin, yoğun anneanne kokusunun olduğu
yer orasıydı. Pirinç başlıklı yatağa yatıp pamuk yastığı burnuma dayamak,
annenane kokusunun koynuna yatmak istedim. Odaya doğru yürüdüm. Kapı
aralığından bakınca annemle Nihal teyzemi gördüm. Boy aynalı, iki kapısı olan, oymalı
tahta gardrobun önünde duruyorlardı. Hiç konuşmuyor, aynadan yansıyan
görüntülerinde bile göz göze gelmekten kaçınıyorlardı. Beni görmediler.
Onları anılarıyla başbaşa bırakmak istediysem de geri dönmekte biraz tereddüt
ettim. Annem yere eğildi. Gardrobun altındaki iki büyük çekmeceden sol
taraftakini yavaşça açtı. Açılırken
sürtünen tahtadan çıkan ses çok tanıdıktı. Gülümsedim. Gidemedim.
O iki çekmece tığla örülmüş küçük el bezi battaniyelerin altında
kendimizi büyüttüğümüz bebek evimizdi. Sağdaki Berrinin, soldaki benim.
Sehpalardan aşırdığımız örtülerden dantel perdeleri, kırpık şifonlardan yatak
takımları, divitin pazenden çiçekli halıları olan renkli dünyamızdı. Kasabaya
gelen panayırdan aldığımız pembe plastik çay takımını yarı yarıya paylaşmıştık.
Salondaki orta sehpasından alıp içine sığdırdığımız porselen atlı araba
biblosuyla çekmeceler arası komşu ziyaretleri yapardık. Birbirimize yemek
davetleri verir, başbaşa vererek kurduğumuz iki kapılı yuvanın ortak çatısını,
başımızdan çekmeceye dökülen ipek saçlarımızla örterdik. Oyun bitince derli
toplu anneler gibi içini toplar, bebeklerimizin üstünü şefkatle örter, derin
uykularından uyandırmadan usulca çekmeceleri kapatırdık. Tahtanın
sürtünmesiyle çıkan o büyülü ses oyunun
başlama ve bitiş ziliydi. Oyun boyunca birbirimizin yüzüne doğrudan bakmaz,
aynaya bakarak konuşurduk. Ayna bizi içine alır, birbirimizin gördüğü gözle
kendimizi görmemize vesile olurdu.
Aynada seyirci olmanın keyfini çıkarırdık. Oyunu oyun gibi oynamanın
hakkını verirdik.
O yaz aslında tatsız başlamıştı. Nihal teyzem eşini ve oğlunu bir deniz
kazasında kaybetmişti. Eşinden kalan büyük mirasa rağmen, tek başına hayata
devam edemeyeceğini kabullenip anneannemin yanına, bu eve yerleşmişti. Çok
mutsuzdu. Bu tatsız olayın evde estirdiği kasvetli havaya rağmen o yaz
Berrin’le çok eğlenmiştik. Ortalarda dolaşan çocuk neşesinin teyzemin acısını
artıracağını düşünen anneannem, bize bu çekmece oyununu öğretmişti. Annem ile
Nihal teyzemin de çocukken burada oynadıklarını bilmek bize çok iyi gelmişti.
Sağdaki Nihal teyzemin, soldaki annemindi. Neredeyse bütün yazı bu iki
çekmecenin içinde, gardrobun dibinde, boy aynasının önünde geçirmiştik.
Ne zaman çocukluğumu özlesem bu boy aynası evvel zamanlardan çıkagelir,
karşıma dikilir, gelişkin bedenim aynada küçülür, çocuk olur, ne yaparsam
yapayım aynada Berrin olmadan büyüyemezdim.
Annem açtığı çekmecede bulamadığı her şeye, uyumayan bebeklere,
göremediği dantel örtülere baktı. Tıplı Ayvalık’tan Balıkesir’e döndüğümüz günün sabahı gibi
ağlıyordu.
O yıl
ilkokula başlayacaktım. Berrin okula başlayalı dört yıl olmuştu. Çok
hevesliydim. Taziyelerle geçen hüzünlü yazın bebek evinden şehrin kışına,
Berrin’siz dönmüştük. Aylarca dur durak bilmeyen sorularımın sonunda teyzeme
evlatlık verildiğini öğrendiğim zaman neler olup bittiğini tam anladım
sayılmazdı. İçimdeki boşluğun artarak, kemiklerimi kırarak beni büyüttüğünü de
annem anlamamıştı. Hevesim kalmamıştı. Berrin’den gelen haberler canımı sıkar
olmuştu. Biz Balıkesir’de kıt kanaat geçinirken, Berrin, teyzemin serveti
sayesinde mutluydu. Haberlerin kahramanı değişmiş, Berrin olmaktan çıkmış,
Berrinin hayatı, benden izler taşımayan havadisler halini almıştı. En büyük
hediyem arada bir anneannemin yolladığı zeytinyağı ve sabun kolileri içinden çıkan küçülmüş
süslü elbiseler ve ayakkabılardı.
En son ertesi yıl, babamın işçi olarak Almanya’ya kabul edilip
gidişimizin kesinleşmesi üzerine bir kaç günlüğüne vedalaşmaya gelmiştik bu
eve. Berrin bir yıl içinde büyümüş, ergenlik çağına yakın sakin bir kızdı
artık. Büyük bir odası, bir dolap dolusu elbisesi vardı. Maddi zorlukların bizi
gurbete sürüklemesinin öfkesiyle Berrinin yerinde olmak, orada kalmak istediğim
son gecemizde anneme ilk ve son kez, ‘Neden ben değil de o?’ sorusunu
sorduğumda bu çekmecenin önündeydik. Yine ağlıyordu. Kısa ve buruk vedalaşmadan
sonra ayrıldığım bu eve bir daha hiç gelemedim.
Almanya’da geçen yıllar bu evi, çekmecelerin içindeki
evciliği, üzüm ve şeftali dolu meyve sepetlerini, tarhana kokusunu, ağustos
böceklerinin sızlanmalarını, Berrin’i unutmaya çalışmakla geçmişti. Bir süre
sonra bu boşluk ergenleşerek değişime uğramış, yerini karşı sınıftaki oğlanın
sarı saçlarına, bahar pikniğinde pişireceğim vişneli turtanın heyecanına
bırakmıştı.
Unuttuğumu sandığım her şey biraz eksik, bir hayli tamam aklımdan
geçerken çıkardığım hıçkırık sesi beni ele verdi . Beni gördüler. Odaya girdim.
Açık boş çekmeceme baktım. Berrin’in bebek evini açmak, hayallerimdeki
eksikleri tamamlamak, Berrin’in bebek evine tekrar gitmek istiyordum.
Cesaretimi topladım, çekmeceyi usulca açtım. Gıcırdayan tahtaların sesi oyunu
tekrar başlattı. Devamı gelmedi. Berrin’in bebek evi de boştu. Aynaya baktım.
Berrin kapının önünde durmuş, başını
pervaza yaslamış aynadan bana bakıyordu. Çocukluğumuz göz göze
geldi. İçinden geçenler boş çekmeceyi
doldurmaya başlamıştı Terkedilmiş bebek
evinin sadık sakiniydi o. Benim neşeli geçmişimi sakladığım çekmeceye, Berrin
sessizliği kitlemişti.
Çekmecenin içinde dip köşelere sıkışmış bir fotoğraf gördüm. Evin
önündeki taş merdivende anneannem, annem, teyzem, ben ve Berrin tarhana
ovalarken çekilen fotoğraf. Ertesi gün Balıkesir’e döneceğimiz için alelacele
tarhanaları bitirmeye çalışıyor, durumdan habersiz, çok eğleniyorduk. Sakladığım,
unutmaya çalıştığım her şey zihnimde yeniden canlanmaya başladı. Heyecanla
aynadan Berrin’e baktım. Yaz
sıcağı onun saçlarını başak gibi yapardı. Şimdi siyahtı. Benimle Berrin arasına
sıkışan görüntüye bir el girdi. Fotağrafa uzandı. Çocukluğumuzu avucuna aldı. Hayatımız
annemin ellerinin arasında tüy gibi titriyordu. Ters yüz olmuş mazi aynadan
bize dik dik bakıyor, oyunun kahramanlarıysa pür neşe oyuna aynadan
katılıyorlardı. Büyük evin sessizliğini fotoğrafın arkasına düşülen
nottaki sarı saçlı kızın çığlığı bozdu.
“ Neden ben değil de o? ‘”
Çok vurucu çok etkileyici bir konu. Bunun üzerinde çalışmak nasıl birşey merak ediyorum. Benim hayatımda da evlatlık verilen, evlat edinilen insanlar, evlat edinen aileler ve evlatlarını evlatlık veren aileler var dramlar var. Hepsi kendi içinde ayrı ayrı bir yazım konusudur. Hepsinin dramı kendi içinde ayrı ayrı hikayeler taşır.
YanıtlaSilSenaryosunu yazıyorum... Umarım hikayeler kadar etkili olur.
YanıtlaSil